Sevili günlük…
17 Eylül, İstanbul
Bu sabah İstanbul çok güzel. Eylül gerçekten geldi, hissediliyor. Hafif serin ve rüzgârlı bir hava, üşütmeyen. Üşümeyi seven benim için arada aniden kısacık esen ve sonra yön değiştirerek başkasına uğrayan bir esinti beklenmedik hoş bir sürprizden başka bir şey olmuyor benim için. Eylül için Hilmi Yavuz, “İstanbul’da beşinci mevsimdir,” der. Ne kadar haklı. İstanbul’u yürümeyi sevenler için özellikle. Buna olanağı olan insanlar için elbette. Hayat gailesi içinde tıklım tıkış metrobüslerde, otobüslerde işlerine gitmek zorunda kalıp yorgun argın evlerine dönmeye çabalayan milyonlar için hiç de böyle değil İstanbul’da eylül.
Cuma akşamı İzmir’e uçacağım, oradan da Urla’ya geçiyorum. Levent orada bir otel çekimi yapıyor. Ben de yancı olarak biraz dinlenmiş olurum diyorum. Belki birkaç satır ekleyebilirim tezime. Sonra yine İstanbul ve ayın 29’unda, sonunda Berlin. Berlin’in kışını yaşamak istiyorum sanırım. Soğuk, yağmur, erkenden kararan hava, kafelerin ıslak iç mekanları, kalın giysiler arkasına gizlenmiş bedenler..
Bunlar elbette İstanbul’da da var ama İstanbul’da yağan yağmur hızla çamura dönüştüğü için kışın keyfini sürmek pek de mümkün olmuyor. Oysa Basel’de geçirdiğim on üç yıl boyunca kış aylarında, bırakın saatleri günlerce süren bardaktan boşanırcasına yağmura rağmen gündelik hayatın devam ettirilebilmesi gerçek şehir hayatının nasıl bir şey olduğunu gösterir insana. Ve bazı şeylerin aslında hiç de parayla ilgili olmadığını görüp İstanbul için üzülmemize de neden olur.
Ne olursa olsun seviyorum İstanbul’u işte. Doğduğum şehir, büyüdüğüm şehir, ilk âşık olduğum şehir, bir kızla ilk defa öpüştüğüm şehir, ilk terkedilme acısını yaşadığım şehir ve birçok başka şeyin ilkini deneyimlediğim, yaşadığım şehir. Sevdiğim insanların hepsinin mezarlarının olduğu şehir. Annemin, babamın, anneannemin, dedemin, teyzemin, Aydın Ağbimin mezarlarının olduğu şehir. Neresine gitsem orası hakkında uzun uzun anlatacak bir anımın olduğu bir şehir. Nasıl sevmeyebilirim ki böyle bir yeri. Ama İstanbul’un giderek bana ait bir yer olmaktan çıktığını görmek, şehrin giderek başkalarına ait olmaya başlaması içimi acıtıyor. İstanbul’un başkalarına da ait olması bir sorun olmazdı, yalnızca başkalarına ait olmaya başlamamış olsaydı.
Oktay Akbal’ın 1955’lerde tuttuğu güncesini okurken kitaplarla ilgili şöyle bir şey yazdığını gördüm. Binlerce, on binlerce kitabın kendisine büyük bir yük olmaya başladığını, kendisini bu kadar kitap arasında kaybettiğini, insanın en çok yüz kitabı olması gerektiğini söylüyor Akbal. Ben de binlerce kitap arasında yaşarken kendime hep bir çekirdek kitaplık tutmuşumdur. Onlar bütün kitaplardan ayrı bir yerde göz bebeğim olarak duruyorlar. Acaba ben de sırtımdaki bu yükü hafifletmek için kitapların büyük........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Daniel Orenstein