DİZİ: SİYONİST MEZALİMİ VE BEDİÜZZAMAN’IN NAZARI İLE GAZZE
İSLÂM YAŞAR - 3

Üçüncüsü: Filistin halkı yüz yıldır Yahudi mezalimine maruz bırakılmıştır. Zalim İsrail zümresi ile mücadele etmiş ama kendi imkânları, gelişmiş silahları olmadığı, çevredeki İslâm ülkelerinden de yeterli desteği görmediği için başarılı olamamıştır. Nice kan, can, zaman, imkân kaybetmiş, vatanını işgalden kurtaramamış, hürriyetine kavuşup devletini kuramamıştır.

Bu netice elbette kaderin hükmüdür. Kaderin bu hükmü vermesinde Filistinli liderlerin mesuliyeti vardır. Onlar dünyanın gidişatını, İslâm âleminin içinde bulunduğu şartları, kuruldukları günden bu yana verdikleri mücadeleleri, kazandıklarını ve kaybettiklerini hesap edip kendilerine şu soruyu sormalıdırlar:

“Hangi fiilimiz ile kadere fetva verdirdik ki kader bu musibete hükmetti?”

Bunu yaptıkları takdirde, mücadele tarzlarının yanlış olduğunu, yıllarca o yanlışta ısrar ettiklerini ve hata yaptıklarını göreceklerdir. Zira zamanın en müessir mücadele tarzının müsbet hareket olduğu, silahlı ve siyasî cihadın bittiği, manevî cihadın başladığı gerçeğini görüp ona göre mücadele etme cihetine gidememişlerdir.

Bir ara Yaser Arafat’ın ‘küçük generallerim’ dediği Filistinli çocuklar ve gençler İsrail askerlerine, tanklara, toplara, helikopterlere sapan taşları atarak, yolları kapatarak mukabele etmişler, pasif direnişe geçmişlerdi. İsrail’in zecrî tedbirlerine şahsî cesaretleri ile karşı koymuşlar ve dünya milletlerinin çoğunun desteğini alarak topraklarının bir kısmını kurtarmış, her halleri ile Yunus Suresî’nin 62. âyetinin manasını yaşamışlardı:

“Allah’ın dostları için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.”

Filistinlilerin bir grubu bunları yaşarken diğer bazı gruplar silahlı mücadele cihetine gitmişlerdi. İsrail ile silahlı mücadele etmek için gerilla teşkilatları kurmuşlar, Lübnan’daki eğitim kaplarında Filistinli gençleri eğitirken, muhtemelen para ve yardım karşılığında, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok İslâm ülkesinde, mevcut rejimi yıkmaya çalışan Rusya destekli Marksist, Leninist teşkilatlara mensup gençlere, gerilla eğitimi vermişler ve o ülkelerin liderlerinin hışmını üzerlerine çekmişlerdi.

Hareketin önde gelen isimlerinden bazıları İslâm itikadına zıt fikirler taşımışlardı. Müslüman oldukları halde sosyalist, materyalist dünya görüşünü kabul edip yayma gayreti içine girmişlerdi. İsraillilerin ve onlara destek veren ülkelerin yolcu uçaklarını, ticaret gemilerini kaçırmışlar, sinagoglarını, fabrikalarını basmışlar, çalışanları rehin almışlar, istemeyerek de olsa masum insanların zarar görmesine sebep olmuşlardı.

Halbuki bu mücadele tarzı İslâm dininin savaş hukukuna ve ahlâk esaslarına aykırıdır. Peygamber Efendimiz (asm) kendisine sû-i kast hazırlayanları bile affederek pek çoğunun Müslüman olmasını sağlamıştı. Hazret-i Ali, bir vakit yere yıktığı kâfiri öldüreceği sırada onun kendisine tükürmesi üzerine nefsinin hissesi karışıp ihlâsının zedelendiğini düşündüğünden öldürmekten vazgeçmiş, o hareketi ile onun iman etmesine vesile olmuştu.

Bediüzzaman Hazretleri, Ruslarla ve Ermenilerle savaşırken Müslüman köylerini basıp kadın çocuk demeden herkesi öldüren Ermenilere ayniyle mukabele etmemişti. Baskın yaptığı Ermeni köylerindeki çocukları kadınları öldürmemiş, çocukları katledilen köylülerin intikam hissiyle zarar vermelerine mani olmak için onları Ermeni çetecilerine teslim etmişti. Ermeni çetecileri de ondan sonra Müslüman ahaliye zarar vermemişti. Talebelerinden birinin Ermenilere ait bir ineği silahla vurarak öldürdüğünü öğrenince (Merhum Mustafa Sungur’dan naklen) ‘Bu zulüm bizim kaybetmemize sebep olur’ demişti.

Bedir Savaşı’ndan sonra ‘Düşmanınızı tanımadan onlarla savaşa girmeyin’ mealinde âyet-i kerime inmiş, Peygamber Efendimiz (asm) ‘Düşmanınızın silahıyla silahlanın’ buyurmuştur. Filistinli liderler, o âyet-i kerimeye ve sünnet-i seniyeye de ittiba etmemişler, Yahudi milletinin Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan mezkûr tıynetini tanımadan ve İsrail’in silahları ile silahlanmadan silahlı mücadeleye giriştikleri için ‘kadere fetva verdirip bu ve benzeri musibetlere hükmetmesine’ sebep olmuşlardır.

Son hadisede de ilk saldıran taraf olmaları hasebiyle dünya milletlerinin ekserisinin, makul düşünen, şiddete, savaşa karşı çıkan İsrail vatandaşlarının, başka ülkelerde yaşayan ehl-i insaf Yahudilerin bazılarının desteğini kaybetmişler, İsrail’in ve onları destekleyen devletlerin, mezalim için bahane üretmelerine ve zulme sessiz kalmalarına zemin hazırlamışlardır.

Yani dünya milletleri nazarında haklı iken haksız duruma düşmüşlerdir. Bunun mühim sebeplerinden biri de Filistin’in toprak olarak ve idare cihetiyle iki parça olması, liderlerin arasında gerektiğinde dahilî ve haricî meseleleri görüşüp halledebilecekleri istişare zemininin bulunmaması, tek devlet olarak İsrail’inin karşısına çıkamamaları, müzakere masalarına oturamamalarıdır.

Zîra bir köyde iki muhtar, bir şehirde iki vali, bir ülkede iki başkan olmaz. Olursa düzen bozulur, huzur kaybolur, adalet işlemez, serkeşlik başlar, her şey birbirine karışır, olan masumlara olur.

Filistin’de, hassaten Gazze’de olduğu gibi.

***

Dördüncüsü: Şefkat hassesini kullanma cihetidir.

“Şefkat-i insaniye merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan elbette rahmetin derecesini aşmamak ve Rahmeten li’l-âlemin olan zatın (asm) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî, bir sakam-ı kalbîdir.” (Kastamonu Lâhikası s. 78)

Bediüzzaman’ın bu şekilde de izah ettiği gibi şefkat hissi, insana ihsan edilmiş bir hassedir. Veriliş maksadında kullanılmayıp hududunu aşar, ölçüsünden taşarak kalbî ve ruhî hastalık halini alırsa, insanın itikadı sarsılır akıl, kalp, ruh sağlığı bozulur. O haliyle meseleleri müzakere, hadiseleri muhakeme etmeye çalışırsa Kur’ân’ın hükümlerini tevil veya tekzip etmeye kalkar.

Gazze’de, Filistin’de yaşananlar, şefkatte ifrat etmeye müsait hadiselerdir. Bilhassa televizyon kanalları, videolar, akıllı telefonlar, sanal mecralar ve benzeri vasıtalarla dünyaya yayılan mezalim görüntüleri, insanların vicdanlarını yaralayıp huzurlarını kaçırıyor. Müslümanların da ‘esâsât-ı İslâmiyenin haricindeki bid’at ve dalâlet yollarına sapmalarına’ sebep oluyor.

Gerçi doğduğu günden beri öyle hadiseleri yaşayan, aile büyüklerinden onlar gibi çok dehşet hatıraları dinleyen Filistin, Gazze halkı, o görüntüleri seyredenlerden çok daha sakin, metin, mütevekkil, mütebessimdir. ‘Mü’min, zulüm ve haksızlık da görse Rahman olan Allah bizzat intikamını alıncaya kadar sabreder’ hadis-i şerifi mucibince sabrediyorlar.

“Kendisine zulmedene beddua eden, hakkını almış ve bedduası nisbetinde zalimdeki hakkını kaybetmiş olur” hadis-i şerifini biliyor olmalılar ki haklarının, dünyada olmasa bile ahirette muhakkak alınacağını bildiklerinden zalimlere beddua bile etmiyorlar. İmanlarının kuvveti, ihlâslarının safiyeti, cesaretleri, metanetleri ile dünya halklarının hayranlığını kazanıyorlar.

Hadiselere şahit olan pek çok Müslüman dinini yeniden öğrenip onlar gibi yaşama gayreti içine girerken, bazı gayr-i müslimlerin, onlara bu asil mukavemet gücünü veren İslâm dinini araştırıp ihtida etmelerine vesile oluyorlar. Fakat şefkatte ifrat ederek zarar gören, “Ağzım kurusun” diyen Akif gibi yaptığının yanlış olduğunun farkına varan ve bir teselli vesilesi arayan insan da az değil.

“Eski Harb-i Umumîde düşmanların ehl-i İslâma ve bilhassa çoluk çocuklara ettikleri katl ve zulümlerden çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan tahammülüm haricinde azap çekerdim.” (a.g.e. s. 79)

Bediüzzaman Hazretlerinin, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı bu hâlet-i ruhiyeyi, şimdi Gazze ve Filistin hadiselerini takip eden Müslümanlar yaşıyor. O zaman Moskof mezalimi, ardından Yunan mezalimi vuku bulmuştu; şimdi İsrail mezalimi irtikâb edilmekte. Üstelik o zamankinden çok daha gelişmiş öldürücü, imha edici, yakıp kavurucu bombalar kullanıldığı için Yahudi mezalimi onlardan çok daha dehşetli.

Her gün, her saat değil, neredeyse her dakika değişen ve her biri öncekinden daha elim, feci ve dehşetli olan katliam görüntülerine, şehir yıkıntılarına, çocuğunun parçalanmış bedenini taşıyan babalara, evladı ile birlikte yaralanan ve kendinden ziyade evladını kurtarmak için çırpınan analara, bir lokma ekmek, bir yudum su bulmak için canhıraş koşan çaresiz insanlara ve bakmaya da yazmaya da takatin yetmediği hallere bakıp da azap çekmemek mümkün değil.

Ama çok şükür mezkûr Balkan Savaşı faciasında ve benzer tabiî, beşerî âfetlerde olduğu gibi Gazze’deki, Filistin’deki Yahudi mezaliminde de mazlumlara ve onların zahirî hallerine acıyan insanlara, müjde muhtevalı teselliyi yine Bediüzzaman Hazretleri verdi. Üstelik bu tesellinin şefkat şümulü öylesine geniş ki mazlum kâfirlerin bile hisseleri var:

“Birden kalbime geldi ki o maktul masumlar şehid olup velî olurlar; fani hayatları bakî bir hayata tebdil ediliyor ve zayi olan malları sadaka hükmünde olup bakî mal ile mübadele olur. Hatta o mazlumlar kâfir de olsa, ahirette kendilerine göre o dünyevî afattan çektikleri belâlara mukabil rahmet-i İlâhiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görünüp ‘Yâ Rabbi! Şükür elhamdülillah’ diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.” (a.g.e., s. 79)

Bu Kur’ânî ve imanî bakış açısı sayesinde, onların madde itibariyle kaybetmiş gibi görünseler de manen kazandıklarını idrak eden her insan ‘ifrat-ı şefkatten gelen teessür ve elem’den kurtulur. Haberlerde, yorumlarda söylendiği gibi Gazze’nin ölülerle, yaralılarla değil, şehidlerle, gazilerle dolu olduğunu, bundan sonra din, vatan, millet uğrunda ölecek, yaralanacak olanların da o sıfatları taşıyacaklarını anlar ve hissen ızdırap çekse de ruhen müsterih olur. Bilir ki bombalar nardır, ruhlar nurdur.

“Nar nuru yakmaz...”

***

Beşincisi: İnancı ve vicdanı ile kanunlar arasında sıkışıp kalanlara mütealliktir.

İnsanın kayıtsız şartsız riayetle mükellef olduğu değerlerin en mühimi inancıdır. Ardından vicdan ve âdil kanunlar gelir. Şefkat daha ziyade vicdanî bir haldir. Kullanma hududunu kanunlar, kurallar, yönetmelikler değil iman esasları tayin eder.

Meseleye bu nazarla bakınca resmî muameleler ve hissî mülahazalar arasında sıkışarak, şefkat hasletinin yanlış kullanıldığı, kişinin kendisi hakkında büyük bir zulüm işlemeye mazlumlara, mağdurlara vicdansızlık etmeye sebep olduğu bir başka cihet daha vardır. O da şefkat edilmemesi gereken zalimlere de şefkat etme temayülü ve teşebbüsüdür.

Zira zulüm sadece insanların bedenlerine vurulan darbeler; bileklerine takılan kelepçeler, haklarına, hürriyetlerine yapılan yasaklar değildir. İnançlarına, ibadetlerine, geleneklerine, millî manevî değerlerine yapılan müdahaleler, kanunî veya keyfî konulan yasaklar, hak mahrumiyetleri, horlamalar ve benzeri hakaretler de zulmü mezalim haline getiren hadiselerdir. Onlara duyulan sevgi, gösterilen şefkat emirlerine riayet de en az ötekilerinki kadar zulümdür.

Müthiş günahlara sevk eden, şeair-i İslâmiyeyi kaldırmaya kalkan’ emirlerine itiraz eden veya ihtilâl mahsulü kurallarına uymayan yüz binden fazla mü’mini katleden, milyonlarcasını manevî değerlerden mahrum bırakan dessas adamlar ki -onların çoğunun da nesebi ve güç kaynağı Yahudidir- insanlara zulmetmiş olurlar.

Hatta onlar fitneyle, hileyle, desiseyle, şatahatla, istihraçla şeair-i İslâmiyeyi kaldırmaya teşebbüs ettikleri, ibadetlere mani olmaya çalıştıkları ve kendi milletlerinin ebedî hayatlarını mahvetmeye, onları ebediyen öldürmeye teşebbüs ettikleri için onların zulmü diğerlerinden çok daha dehşetlidir. Bir nevi manevî mezalimdir.

‘Emir demiri keser’ bahanesiyle keyfî kanunlara, zecrî yönetmeliklere sığınıp çeşitli vesileler ihdas ederek onlara gafilâne bağlanmak, yüce sıfatlar izafe etmek, aşırı sevmek, kendilerini, zihniyetlerini, zalimane icraatlarını insanlara sevdirmeye çalışmak bekaları için bir nevi fiilî duadır.

Meydanlara put misâli heykeller diktirmek, resmî dairelere büstler yaptırmak, anaokullarından üniversitelere kadar yeni nesillere zorla veya cerbeze ile sevdirmeye çalışarak dinî, fikrî, millî, manevî, içtimaî, insanî tahribatlarının ömrünü uzatmak, onların mezalimine maruz kalan; canından, malından, haysiyetinden, şerefinden, namusundan olan masumlara merhametsizliktir ve bu azim zulümlere ortak olmaktır.

Bunları yapanlar, Peygamber Efendimizin (asm) şu hadis-i şerifinin muhatabıdırlar:

“Zalime bekası için dua eden, yeryüzünde Allah’a isyan edilmesini seven kimsedir.”

***

Altıncısı: “Siz şehidlere ölü demeyiniz, onlar diridirler.”

Âyet-i kerime hem ikaz ediyor, hem müjde veriyor. İnsanlar kahir ekseriyetle, savaşlarda veya başka afetlerde fiilen, mânen, hükmen şehid olanların bedenlerinin almış olduğu zahirî hallere baktıkları zaman şefkat hasseleri rencide olur. Hisleri iradelerine hükmettiği için de hissi kararlar verebilirler.

Öyle hallerde insanlar hep o görüntüleri hatırlayarak hem rûhen, hissen, hayalen, fikren rahatsız oldukları, hem de insanî, imanî, itikadî zaaflar yaşayarak manen de kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kaldıkları için âyette, zahirî halden ziyade bâtınî hakikate dikkat çekilmiş, tesellî edilerek kalben, ruhen rahatlamalarının zemini hazırlanmıştır.

“Ervâh-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakatında geziyorlar.” (Lem’alar, s. 529)

Mezkûr âyet-i kerimenin manası ile amel edip Bediüzzaman’a ihtar edilen bu gaybî hakikatle Gazze, Filistin şehidlerine bakıldığında; şehidler kendilerini ölü bilmedikleri, yaşadıklarını hissettikleri ve hayatta iken çok sevdikleri işleri, hareketleri yaptıkları için onların şimdi yıldızlarda, âlem-i berzahta mânen mücahedelerine devam ettikleri söylenebilir.

Elbette devlet ve siyaset adamları, haricî memurlar, yardım ekipleri ve fiilen vazifesi olanlar tedbir almak, yardım etmek için radyolar, televizyonlar, sanal siteler, cep telefonları ve benzeri haberleşme vasıtasıyla oralarda yaşanan hadiseleri yakından takip edecekler, gerekeni yapacaklardır. Onlar da zaten hissiyatları, fıtratları o işleri yapmaya müsait olan insanlardan seçilir ve ona göre eğitilirler.

Lâkin, öyle bir vazifesi olmayan, hadiseleri bildiği, görüntüleri gördüğü zaman da elinden bir şey gelmeyen insanlar ve avâm-ı mü’minîn, ekranlardaki feci görüntülere merakla baktıkça hisleri galeyana gelir, şefkat hislerini ifrat derecede kullanırlar. Hadiselerle ciddi alâkadar oldukları için ‘kalp, mide, ceset, hane dairelerindeki büyük, daimî, ehemmiyetli vazifelerini’ ihmal ederler ve hem kendileri zarar görür, hem de yakınlarına zarar verirler.

Bu itibarla öyle insanlar hisleri tahrik, iradeleri tahrif eden günlük, hatta anlık haberlerden, yorumlardan, sanal sitelerden uzak durmalı; merakını tatmin etmek için hadiseler hakkında genel malumat öğrenmekle birlikte, gerektiğinde Filistin, Gazze için yapılan dua, miting, boykot, yürüyüş, yardım faaliyetlerine katılmalılar.

Bir yandan bunları yaparken, diğer yandan Peygamber Efendimizin (asm) ‘güzel’ sıfatı ile tavsif ettiği ‘sabır ve dua’ silahlarıyla silahlanmalı, ‘kalp, mide, hane dairelerine’ kuvvet vermeli, ailelerini de bu güzel ve müessir silahlarla teçhiz etmeliler. Aile fertleri ile birlikte ihlâsla ibadetlerini yapmalı, her vesile ile ellerini Allah’a açarak âyet-i kerimede ifade edilen en ehemmiyetli vasıflarını kullanmalılar:

“De ki: Duanız olmasa, Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?” (Furkan: 77)

***

Yedincisi: “Ayet-i kerime, Yahudi milleti hakkında ‘Onlara zillet ve meskenet damgası vuruldu’ buyurduğu halde Filistin meselesinde neden çabuk tokat yemiyorlar?”

Bu günlerde, hemen her mü’minin kalbini kanatan, hislerini yakan, ruhunu muazzep eden, zihnine çivi gibi saplanan soruyu, Filistinlilerin İsrail askerleri ve Yahudi yerleşimcilere karşı ilk mücadelelere başladıkları yıllarda, talebesi Re’fet Bey Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine sormuş. O da şu manidâr cevabı vermiş:

“Yahudi milleti, hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstahak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-i Benî İsrail’in mezaristanı olan Filistin o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.” (Şualar, s. 790)

Bediüzzaman Hazretleri meselenin bir cihetini böyle izah etmiş, gerçekten devletin adı dahil hemen her meselesinde dinî hassasiyet öne çıkmakta. İsrail uçaklarının Filistin’de ilk bombaladıkları yerlerin başında camilerin gelmesi, tarih boyu bitmek bilmeyen İslâm düşmanlığının tezahürüdür. Kanlı ve kirli postalları ile yıkılan bir camiye giren İsrail askerinin, caminin mikrofonundan Yahudi duası okuması bu taassubun son örneğidir.

Meselenin bu ciheti malum. Masum Müslümanları rencide etmemek için Bediüzzaman’ın imaen nazara verdiği diğer ciheti ise muhtemelen devletleriyle, milletleriyle Arap dünyasına ve İslâm âlemine mütealliktir. Çünkü İsrailler muharref dinlerine bağlı kalıp atalarının isyan ettiği peygamberlerinin mezarlarına sahip çıkma hassasiyeti göstermektedirler.

Şayet Araplar ve sair Müslüman milletler de hiç değilse onlar kadar hak dinlerine sahip çıkıp dinî değerlerini ihlâsla yaşasalar ‘Koca Arabistan’da o az zümre tutunamaz ve çabuk meskenete girerdi.’ Nitekim Müslümanlar dinlerine sımsıkı bağlı kaldıkları ve ihlâsla yaşadıkları için asırlar boyu Yahudiler Filistin’e, Kudüs’e ancak seyahat veya ziyaret maksadı ile girebilmişlerdi.

Meselenin bir başka ciheti olan Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa gibi Batılı gelişmiş devletlerin İsrail’e destek vermelerinin sebebi ise Müslüman devlet adamlarının birbirlerine olan düşmanlıkları ve kendilerini desteklemeyen millet ekseriyetine husumetleridir. İsrail Gazze’ye bomba yağdırıp kendilerini tehdit ederken Esed rejiminin Halep yakınlarındaki muhalifleri bombalaması, Yemenlilerin birbirleri ile boğuşmaları, Somali’de esen darbe rüzgârları, bazı İslâm devletleri İsrail mezalimine şifahen de olsa karşı çıkarken Arap ülkelerinin tamamına yakınından hiç ses çıkmaması hazindir.

“Ümmetim zalime ‘Sen zalimsin’ demediği zaman artık onda hayır kalmamıştır.”

Bu hadis-i şerifin ışığında hadiseye baktığımızda Arap devletlerinin tamamına yakını İsrail’e ‘Sen zalimsin’ diyemediğine, zulmünü kınayamadığına, hatta bazıları İsrail’i destekleyen tavırlar takındıklarına göre, kahir ekseriyeti Batılı devletlerin eyalet valisi gibi hareket eden Arap devlet adamlarında hayır kalmamıştır denilebilir.

Şükür ki ekser İslâm milletleri ve dünyanın değişik ülkelerinde yaşayan Müslümanlar hareket halindeler. Krallarına, hükümdarlarına, yaşadıkları ülkenin devlet, siyaset adamlarına rağmen dualarla, maddî yardımlarla, tel’in mitingleri ile gösterilerle, boykotlarla, grevlerle ve yer yer mevzi saldırılarla Yahudi mezalimine karşı çıkıp Filistinli, Gazzeli kardeşlerine destek veriyorlar.

Bunları da iman kuvveti, İslâmiyet şehâmeti, cihad şuuru ile yapıyorlar. Lâkin bunlar yetmez. Onlarla birlikte yapmaları gereken mühim bir şey daha var. ‘Bu zamanda manevî cihadın iman-ı tahkikî ile olduğu’ gerçeğini nazara alarak imanlarını tahkikî yapmak ‘doğru

İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu yaşayarak’ -Gazze’de bazı örnekleri görüldüğü gibi- insanlığa hüsn-ü misâl olmaktır.

Zaten Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de şu sözleri ile bu gerçeği nazara vermiştir:

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler, belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 328)

- SON -

QOSHE - “Mü’min, Allah bizzat intikamını alıncaya kadar sabreder” - İslam Yaşar
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

“Mü’min, Allah bizzat intikamını alıncaya kadar sabreder”

9 2
31.12.2023

DİZİ: SİYONİST MEZALİMİ VE BEDİÜZZAMAN’IN NAZARI İLE GAZZE
İSLÂM YAŞAR - 3

Üçüncüsü: Filistin halkı yüz yıldır Yahudi mezalimine maruz bırakılmıştır. Zalim İsrail zümresi ile mücadele etmiş ama kendi imkânları, gelişmiş silahları olmadığı, çevredeki İslâm ülkelerinden de yeterli desteği görmediği için başarılı olamamıştır. Nice kan, can, zaman, imkân kaybetmiş, vatanını işgalden kurtaramamış, hürriyetine kavuşup devletini kuramamıştır.

Bu netice elbette kaderin hükmüdür. Kaderin bu hükmü vermesinde Filistinli liderlerin mesuliyeti vardır. Onlar dünyanın gidişatını, İslâm âleminin içinde bulunduğu şartları, kuruldukları günden bu yana verdikleri mücadeleleri, kazandıklarını ve kaybettiklerini hesap edip kendilerine şu soruyu sormalıdırlar:

“Hangi fiilimiz ile kadere fetva verdirdik ki kader bu musibete hükmetti?”

Bunu yaptıkları takdirde, mücadele tarzlarının yanlış olduğunu, yıllarca o yanlışta ısrar ettiklerini ve hata yaptıklarını göreceklerdir. Zira zamanın en müessir mücadele tarzının müsbet hareket olduğu, silahlı ve siyasî cihadın bittiği, manevî cihadın başladığı gerçeğini görüp ona göre mücadele etme cihetine gidememişlerdir.

Bir ara Yaser Arafat’ın ‘küçük generallerim’ dediği Filistinli çocuklar ve gençler İsrail askerlerine, tanklara, toplara, helikopterlere sapan taşları atarak, yolları kapatarak mukabele etmişler, pasif direnişe geçmişlerdi. İsrail’in zecrî tedbirlerine şahsî cesaretleri ile karşı koymuşlar ve dünya milletlerinin çoğunun desteğini alarak topraklarının bir kısmını kurtarmış, her halleri ile Yunus Suresî’nin 62. âyetinin manasını yaşamışlardı:

“Allah’ın dostları için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.”

Filistinlilerin bir grubu bunları yaşarken diğer bazı gruplar silahlı mücadele cihetine gitmişlerdi. İsrail ile silahlı mücadele etmek için gerilla teşkilatları kurmuşlar, Lübnan’daki eğitim kaplarında Filistinli gençleri eğitirken, muhtemelen para ve yardım karşılığında, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok İslâm ülkesinde, mevcut rejimi yıkmaya çalışan Rusya destekli Marksist, Leninist teşkilatlara mensup gençlere, gerilla eğitimi vermişler ve o ülkelerin liderlerinin hışmını üzerlerine çekmişlerdi.

Hareketin önde gelen isimlerinden bazıları İslâm itikadına zıt fikirler taşımışlardı. Müslüman oldukları halde sosyalist, materyalist dünya görüşünü kabul edip yayma gayreti içine girmişlerdi. İsraillilerin ve onlara destek veren ülkelerin yolcu uçaklarını, ticaret gemilerini kaçırmışlar, sinagoglarını, fabrikalarını basmışlar, çalışanları rehin almışlar, istemeyerek de olsa masum insanların zarar görmesine sebep olmuşlardı.

Halbuki bu mücadele tarzı İslâm dininin savaş hukukuna ve ahlâk esaslarına aykırıdır. Peygamber Efendimiz (asm) kendisine sû-i kast hazırlayanları bile affederek pek çoğunun Müslüman olmasını sağlamıştı. Hazret-i Ali, bir vakit yere yıktığı kâfiri öldüreceği sırada onun kendisine tükürmesi üzerine nefsinin hissesi karışıp ihlâsının zedelendiğini düşündüğünden öldürmekten vazgeçmiş, o hareketi ile onun iman etmesine vesile olmuştu.

Bediüzzaman Hazretleri, Ruslarla ve Ermenilerle savaşırken Müslüman köylerini basıp kadın çocuk demeden herkesi öldüren Ermenilere ayniyle mukabele etmemişti. Baskın yaptığı Ermeni köylerindeki çocukları kadınları öldürmemiş, çocukları katledilen köylülerin intikam hissiyle zarar vermelerine mani olmak için onları Ermeni çetecilerine teslim etmişti. Ermeni çetecileri de ondan sonra Müslüman ahaliye zarar vermemişti. Talebelerinden birinin Ermenilere ait bir ineği silahla vurarak öldürdüğünü öğrenince (Merhum Mustafa Sungur’dan naklen) ‘Bu zulüm bizim kaybetmemize sebep olur’ demişti.

Bedir Savaşı’ndan sonra ‘Düşmanınızı tanımadan onlarla savaşa girmeyin’ mealinde âyet-i kerime inmiş, Peygamber Efendimiz (asm) ‘Düşmanınızın silahıyla silahlanın’ buyurmuştur. Filistinli liderler, o âyet-i kerimeye ve sünnet-i seniyeye de ittiba etmemişler, Yahudi milletinin Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan mezkûr tıynetini tanımadan ve İsrail’in silahları ile silahlanmadan silahlı mücadeleye giriştikleri için ‘kadere fetva verdirip bu ve benzeri musibetlere hükmetmesine’ sebep olmuşlardır.

Son hadisede de ilk saldıran taraf olmaları hasebiyle dünya milletlerinin ekserisinin, makul düşünen, şiddete, savaşa karşı çıkan İsrail vatandaşlarının, başka ülkelerde yaşayan ehl-i insaf Yahudilerin bazılarının desteğini kaybetmişler, İsrail’in ve onları destekleyen devletlerin, mezalim için bahane üretmelerine ve zulme sessiz kalmalarına zemin hazırlamışlardır.

Yani dünya milletleri nazarında haklı iken haksız duruma düşmüşlerdir. Bunun mühim sebeplerinden biri de Filistin’in toprak olarak ve idare cihetiyle iki parça olması, liderlerin arasında gerektiğinde dahilî ve haricî meseleleri görüşüp halledebilecekleri istişare zemininin bulunmaması, tek devlet olarak İsrail’inin karşısına çıkamamaları, müzakere masalarına oturamamalarıdır.

Zîra bir köyde iki muhtar, bir şehirde iki vali, bir ülkede iki başkan olmaz. Olursa düzen bozulur, huzur kaybolur, adalet işlemez, serkeşlik başlar, her şey birbirine karışır, olan masumlara olur.

Filistin’de, hassaten Gazze’de olduğu gibi.

***

Dördüncüsü: Şefkat hassesini kullanma cihetidir.

“Şefkat-i insaniye merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan elbette rahmetin derecesini aşmamak ve Rahmeten li’l-âlemin olan zatın (asm) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî, bir sakam-ı kalbîdir.” (Kastamonu Lâhikası s. 78)

Bediüzzaman’ın bu şekilde de izah ettiği gibi şefkat hissi, insana ihsan edilmiş bir hassedir. Veriliş maksadında kullanılmayıp hududunu aşar, ölçüsünden taşarak kalbî ve ruhî hastalık halini alırsa, insanın itikadı sarsılır akıl, kalp, ruh sağlığı bozulur. O haliyle meseleleri müzakere, hadiseleri muhakeme etmeye çalışırsa Kur’ân’ın hükümlerini tevil veya tekzip etmeye kalkar.

Gazze’de, Filistin’de yaşananlar, şefkatte ifrat etmeye müsait hadiselerdir. Bilhassa televizyon kanalları, videolar, akıllı telefonlar, sanal mecralar ve benzeri vasıtalarla dünyaya yayılan mezalim görüntüleri, insanların vicdanlarını yaralayıp huzurlarını kaçırıyor. Müslümanların da ‘esâsât-ı İslâmiyenin haricindeki bid’at ve dalâlet yollarına sapmalarına’ sebep oluyor.

Gerçi doğduğu günden beri öyle hadiseleri yaşayan, aile büyüklerinden onlar gibi çok dehşet hatıraları dinleyen Filistin, Gazze halkı, o görüntüleri seyredenlerden çok daha sakin, metin, mütevekkil, mütebessimdir. ‘Mü’min, zulüm ve haksızlık da görse Rahman olan........

© Yeni Asya


Get it on Google Play