Diğer

05 Şubat 2024

Dünya Adalet Projesi (WJP) “Hukukun Üstünlüğü Endeksi 2023” birkaç gün önce yayımlandı.

Bu rapor 142 ülke ve yargı alanında insanların hukukun üstünlüğüne ilişkin algı ve deneyimlerini ölçen bir serinin son raporu. Raporda yer alan veriler 149 binden fazla insan ve 3 bin 400 hukukçu ve uzman tarafından doldurulan küresel anketlerden elde ediliyor. (1)

Rapordaki verilere göre hazırlanan endekste yer alan puanlar 0 ile 1 arasında değişiyor. 1 puan “hukukun üstünlüğüne güçlü bağlılığı”, 0 puan ise “hukukun hiç işlemediğini” ifade ediyor.

Toplam 142 ülke arasında Türkiye’nin yeri ise son derece korkutucu zira Türkiye 117’nci sırada ve genelde de çok az gelişmiş ülkelerle aynı sıralarda yer alıyor. Bu durum aslında ülkede bizlerin her gün yaşamakta olduğumuz hukuksuzluğun küresel çaptaki yansımasından başka bir şey değil.

Aynı gün yayımlanan bir diğer endeks ise “Küresel Yolsuzluk Algı Endeksi”. Uluslararası Şeffaflık Örgütü, dünya genelinde 180 ülke ve bölgede kamu sektöründe algılanan yolsuzluk seviyelerini ölçme amaçlı olarak bu endeksi hazırlıyor. Endeks, ülkeleri sıfır (çok yolsuz) ile 100 (temiz) arasında puanlıyor.

Bu endekste de Türkiye’nin durumu vahim. Zira yeri 2022'den bu yana iki sıra daha geriledi ve 180 ülke içinde 115’nci sıraya düştü. Türkiye’nin 2015’ten bu yana endeks puanı, aşırı baskın bir yürütme organı ve demokratik denge ve denetleme mekanizmasının yetersizliğinden 8 puan geriledi ve 34 puana düştü.

Rapora göre, “Türkiye’de yolsuzlukla mücadele yasalarının yetersizliği, bu yasaların uygulanmasındaki isteksizlik ve yargı bağımsızlığının olmaması ilerlemenin önünde engel teşkil ediyor. Nitekim Şubat 2023 depreminin trajik sonuçları, yolsuzluğun bedelinin bazen insan hayatıyla nasıl ödendiğini gösteriyor”. (2)

Uluslararası Şeffaflık Örgütü, bölgelere ait raporunda “Batı Balkanlar ve Türkiye’de devletin ele geçirilmesinin, sıradan vatandaşların zararına olacak şekilde siyasetçileri ve çevrelerini zenginleştirdiğini ve giderek artan bir şekilde özel çıkarlara hizmet etmek için kullanıldıkları için halkın kamu kurumlarına olan güvenini de sarstığını” ileri sürüyor. Bu olgu Avrupa Komisyonu'nun genişleme ülke raporlarında da rapor edilmiş bulunuyor. (3)

Bu rapor, Batı Balkanlar ve Türkiye’de devletin ele geçirilmesini mümkün kılan iki temel etkeni inceliyor: Üst düzey yolsuzluğun cezasız kalması ve kişiye özel yasalar. Rapor, yargının büyük yolsuzlukları ve üst düzey yetkililerin yaptığı diğer yolsuzlukları nasıl etkisiz bir şekilde ele aldığına dair fikir veriyor. Ayrıca, bu sorunun ve özel çıkarların hizmetinde olan kanun yapma sürecindeki usulsüz etkinin devletin ele geçirilmesine ve bunun sürdürülmesine nasıl yardımcı olduğunu da gösteriyor.

Bu iki rapor kuşkusuz yolsuzluklar ile sosyal adalet arasındaki ilişkiyi gün ışığına çıkartıyor. Nitekim yolsuzluk ve adalet karmaşık ve ters bir ilişki içinde birbiriyle yakından bağlantılı iki olgudur. Öyle ki adaletin hüküm sürdüğü yerlerde yolsuzluğa çok az yer vardır ama yolsuzluğun geliştiği yerlerde adalet terazisinin dengesi bozulur.

Hukuksuzluk yolsuzlukların önünü açar. Oysa adalet ve etkili bir hukukun üstünlüğü hem ulusal hem de uluslararası düzeyde yolsuzluğun önlenmesi ve durdurulması için elzemdir. Hukuksuzluk arttıkça yolsuzluk da artar.

Yolsuzluk, adalete erişimi kısıtlayarak ve kanun önünde eşitlik temel ilkesini tehdit ederek adaletin erozyona uğramasına neden olur. Yolsuzluk adalet sistemini ele geçirdiğinde, güçlü ve varlıklı kişiler kovuşturmalardan ve mahkûm edilmekten kurtulurlar.

İyi işleyen bir adalet sisteminin hukukun üstünlüğünü desteklemesi, insan haklarını koruması ve mevcut yolsuzlukla mücadele hükümleri de dâhil olmak üzere yasalarda yer alan diğer tüm hak ve yükümlülüklere uygun şekilde riayet edilmesini sağlaması gerekir. (4)

Bir grup araştırmacının 8 Afrika ülkesinden, Amerika Kıtasındaki 13 ülkeden, 26 Asya ülkesinden, 34 Avrupa ülkesinden ve Okyanusya’daki 2 ülkeden elde ettiği veriler yolsuzlukların yurttaş dürüstlüğünü olumsuz etkilediğini gösteriyor.

Öyle ki yazarlar, organize suç gruplarının çok daha yaygın olduğu ülkelerde yurttaşların dürüstlüğe daha az eğilimli olduklarını, yolsuzlukların daha kolay ve yaygın olarak meşrulaştırıldığını ileri sürüyorlar.

Ayrıca, bu araştırma kapsamında, daha yüksek siyasi güven bildiren kişilerin daha dürüst davrandıkları görülüyor. Yani hükümetin, polisin ve mahkemelerin dürüstlüğüne ve güvenilirliğine inanılıyorsa, onların koyduğu, uyguladığı kurallara uyma olasılığı da artıyor. Çünkü politik güven, kurumların meşruiyetinin bir yansımasıdır, insanlar kurumları meşru gördüklerinde, teşvik ettikleri normları ve değerleri kendilerininmiş gibi içselleştirme olasılıkları daha yüksektir. (5)

Kısaca, hukukun üstünlüğü de, yolsuzlukların önlenmesi de demokrasinin temel taşlarıdır. Yolsuzluğun cezasız kalması - gücünü kötüye kullanan kişilerin neden oldukları zararın sonuçlarıyla yüzleştirilmemesi - adaletsizliğin ve hukukun üstünlüğünün geçerli olmamasının temelini oluşturuyor.

Türkiye’nin Hukukun Üstünlüğü Endeksindeki puanı ve yeri, AKP-MHP İktidar Blokunun iktidarı ele geçirdiği 2015 Kasım genel seçimlerinden bu yana istikrarlı bir biçimde düştü. Aynı süreçte ekonomik kriz derinleşti, gelir dağılımı adaletsizliği ve yüksek enflasyon altında yoksulluk ve yolsuzluklar arttı.

Yargıtay tarafından yapılan bir Anayasa darbesi ile Av. Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülerek cezaevinde tutulması ise, yargının bağımsız olmadığının, hukuksuzluğun ve aynı zamanda ülkenin nasıl bir karanlığa doğru sürüklendiğinin somut göstergelerinden sadece biri olarak tarihe geçecek.

Son olarak, ülkedeki yoksulluk bir yandan ekonomik kriz, yolsuzluklar, aşırı güvenlikçi politikalar, diğer yandan ve asıl olarak da hızla artan gelir dağılımı adaletsizliği ile giderek sosyal bir soruna dönüşmeye başladı. Öyle ki TÜİK dahi son Gelir Dağılımı Araştırmasında bu gerçeği gizleyemedi ve gelir dağılımı adaletsizliğindeki kötüleşmeyi ve yoksullaşmadaki artışı kabul etmek durumunda kaldı.(6)

Ülkeye ilişkin tüm bu gelişmeleri, her seçim öncesindeki “sağ popülist otoriter” iktidarın yöneldiği şahinleşme politikaları olarak yorumlayanlar olduğu gibi, bunları büyük resmin içinde görmek gerektiğini ileri sürenler de var.

Bu ikinci görüşe göre, resmin büyüğünde bazı yazarların “post faşizm”, ya da diğerlerinin “yeni faşizm” olarak da adlandırdıkları bir faşizm tehlikesi söz konusu.

Bir yazara göre, “post faşizm kavramı Modi Hindistan’ını veya Erdoğan Türkiye'sini şekillendiren ve haklı endişeler uyandıran bazı eğilimleri tasvir etmek için kullanılabilecek bir kavramdır. Küresel post faşizm ise, içinde ortak özellikler ve eğilimler bulabileceğimiz heterojen bir takımyıldızdır. Bunlar; milliyetçilik, otoriterlik ve özel bir “ulusal yenilenme” fikridir. Bu takımyıldız içinde, bu eğilimler farklı bir şekilde birleştirilmiş ve değişen derecelerde görünebilir. Örneğin Putin’in Rusya'sı, Meloni'nin İtalya’sından çok daha otoriterdir. İtalya’da (kendisinin ve ülkesinin) faşist geçmişine gururla sahip çıkan bir başbakan var, ancak İtalya'nın muhalif sesleri Rusya’daki gibi sansürlenmiyor, zulüm görmüyor veya hapse atılmıyor. İtalya'da hayatı tehlikede diye sürgüne gönderilen İtalyan yok. Bu önemli bir niteliksel farktır. İtalyan post faşistleri bir diktatörlük kurmak ya da parlamentoyu feshetmek istemiyorlar ama duygusal ve kültürel olarak faşist kalmaya devam ediyorlar. Bunlar neo liberalizme karşı oldukları için seçimleri kazanıyorlar ama iktidara geldiklerinde neo liberal politikalar uyguluyorlar çünkü onun toplumsal yapısında kök salıyorlar.” (7)

Yeni faşizm ise, “parlamento ve yerel yönetim seçimlerine izin verildiği, parlamentonun etkisiz de olsa açık tutulduğu, işçi sendikaları ve siyasal partilerin biçimsel de olsa faaliyetlerine göz yumulduğu (böylece rejimin meşruiyetinin sağlandığı), diğer taraftan anayasanın yargı eliyle yapılan darbelerle hükümsüz kılındığı ve burjuva hukukunun dahi yok edildiği bir devlet biçimi” (8) olarak tanımlanıyor.

G. Monbiot, faşizmin kök salması için (yeterli olmayan) ancak gerekli bir koşulun varlığından söz eder: “Faşist liderler sadece kanunları çiğnemekle yetinmemeli, demokrasiyi de otoriter bir terör ile yer değiştirmelidirler. Faşist ve pro faşist liderlerin/hükümetlerin iki önemli ortak özelliği mevcuttur: Kendilerini sınırlaması beklenen kanunları takmazlar ve ezilen kimlikleri baskı altında tutabilmek için yeni ve genelde de anayasaya aykırı kanunları gündeme getirirler. Cezasızlık kültürü faşizmin inşasında oldukça önemlidir ve bu kültür bugün tüm dünyaya yayılıyor: “Durdurabilirsen durdur beni” mottosu Macaristan’dan Türkiye’ye, İsrail’den Çin’e kadar her yerde gizli bir motto olarak sürüyor. Cezasızlığın normalleşmesi (normal sayılması tartışmasını bir kenara bırakın) otoriter rejime gidiş için atılan en önemli adımdır”. (9)

Örgütlü şiddet faşizmin olmazsa olmazıdır. Faşist liderler, Hitler’in yaptığı gibi seçimler yoluyla iktidara gelebilirler. Hatta iktidara yaklaştıkça, 2022 parlamento seçimleri öncesinde İtalya’da Meloni'nin ve yakın zamanda Hollanda’da Wilders’in yaptığı gibi, anayasacı ya da ılımlı bir imaj çizmeye çalışabilirler. Ancak bir kez iktidara geldiklerinde, genellikle güç veya şiddet kullanarak orada kalmaya çalışırlar. Şiddet, faşistlerin deri rengi, etnik kimlik veya kültürle tanımlanan geleneksel olarak baskın çoğunluğun üstünlüğünü savunmak için toplumu “arındırmak” amacıyla devrimlerini veya karşı devrimlerini gerçekleştirmek istedikleri ana araçtır. (10)

1990’lardan itibaren kapitalizme damgasını vuran ve giderek gericileşen neo liberalizm, kapitalizmin çoklu krizlerine karşı toplumsal olarak kabul edilebilir çözümler üretemediğinden, topluma sunabileceği şeyler daha ziyade; kemer sıkma, ekonomik durgunluk ve işsizlik, yüksek enflasyon yüzünden yaşam düzeylerinin düşmesi, artan eşitsizlikler, mülksüzleştirme ve yoksullaştırma, işçi eylemlerine ve herhangi bir toplumsal meydan okuma ya da alternatife karşı devletin daha da sertleşmesi gibi emekçilere ödettirilen faturalarla sınırlı kalıyor.

Bu yüzden de neo liberalizm altında otoriter iktidarlar yasaları ve anayasayı çiğneyerek ve aldıkları büyük sermaye yanlısı ekonomik ve sosyal önlemlerle faşizmin kurumsallaşmasına zemin hazırlarlar.

Faşist hareketlerde liderler kritik öneme sahip olsalar da, toplumsal koşullar bu liderlerin yükselmesi için gerekli fırsatları yaratır. Bu noktada neo liberalizm ve küreselleşmenin radikal sağ hareketlerin ortaya çıkmasında oynadığı rol çok önemlidir.

Neo liberal politikaların ortaya çıkardığı kötüleşen yaşam koşulları ve büyük çaptaki eşitsizlikler, liberal demokrasinin zenginler tarafından ele geçirildiğini düşünen insanlar arasında hayal kırıklığı ve bu politikaları destekleyen merkez sağ ve merkez sol partilere karşı güvensizlik yarattı. Bu küskün, hoşnutsuz kitleler faşist partilerin tabanını oluşturuyor. Trump’ın bile bu yıl yapılacak olan seçimlerde iktidara yürüyebileceği konuşuluyorsa, bunun nedeni ekonomik güvensizlik, kızgınlık ya da nefretin karışımıyla motive olan böyle bir ateşli kitle tabanının varlığıdır.

Ancak ekonomik koşullar faşist hareketlerin ortaya çıkışını tam olarak açıklayamaz. Irkçılık, farklı etnik kimliklere olan düşmanlık ve göçmen karşıtlığı da bu hareketleri besliyor. Aslında bu davranışsal ya da ideolojik dürtüler, farklı olarak algılananları “Düşman” ya da “Büyük Öteki” olarak tanımlayarak ten rengi, din, dil ya da kültür temelinde sınıflar arası bir dayanışma yaratmak olan faşist projenin merkezinde yer alıyor. Nitekim Hitler’in projesine “nasyonal sosyalizm” denmesi tesadüfi değildir, yani “eşitlik” söz konusudur ancak bu sadece aynı ırktan olanlar içindir, öteki için değil. Çünkü toplum Büyük Ötekinin hayal edilen topluluğun krizinin ya da sorunlarının kaynağı olduğuna inandırılır.(11)

Faşizm de yeni yüzyılda evrim geçiriyor. Geçen yüzyılda olduğu gibi, sokaklarda dolaşan eli sopalı, palalı, beli silahlı, kahverengi ya da kara gömlekli veya siyah takım elbiseli ırkçı faşist çeteleri görmüyoruz ama günümüzde bunların bazıları takım elbise giyip kravat takıyorlar, sarık takıp cübbe giyiyorlar, sakal bırakıyorlar, faşist partiler kuruyorlar, dahası yasama, yürütme ve yargıda çok önemli pozisyonlarda bulunuyorlar. Kısaca devlet aparatını çok büyük ölçüde ele geçirmiş durumdalar.

Bunların bazıları ise sosyal medyada, internet sitelerinde tetikçilik yapıyor, hatta büyük medyayı yönetiyorlar. Türkiye’de, Kahramanmaraş katliamında olduğu gibi 1980 öncesinin birçok katliamından sorumlu bazı faşist örgütlerse bugün öğrenci yurtlarındaki yöneticiler tarafından kapılarda törenle karşılanıyorlar, okullarda öğrencilere toplu telkinlerde bulunuyorlar, hatta üniversite rektörlerince ağırlanıyorlar.

Hızla çökertilen üniversitelerde kadrolaşan bir kısmı ise akademisyen görüntüsü altında siyasal İslamcı faşist ideoloji ile öğrencilerin beyinlerini yıkıyor ve iktidar için rıza ürettikleri gibi, geleceğin siyasal İslamcı faşist kadrolarını da yetiştiriyorlar.

Klasik faşizm deneyimine bakarsak, faşizmin ilk ortaya çıktığı ülke olan İtalya’da faşist Mussolini döneminde faşist ideolojinin tüm okullarda doktrin haline getirildiğini görürüz. Öyle ki “Mussolini her zaman haklıydı”. Üniversite profesörleri onun ilkelerini okutma konusunda yemin etmeye zorlanmışlardı. (12)

Faşizmin yayılmasının en önemli kanallarından birinin eğitim olduğu biliniyor. Bu çerçevede okullar siyasal İslamcı faşist ideolojinin endoktrinasyon fabrikalarına dönüştürülmeye çalışılıyor ve okullarda (her düzeyde) sistemik ırkçılık, sosyal ayıklama, imal edilmiş cehalet ve zihnin köreltilmesi artık eğitimin düzenleyici ilkeleri olarak hayata geçiriliyor.

Henry A. Giroux’nun vurguladığı gibi, amacı gençleri eleştirel, bilgili ve ilgili yurttaşlar olarak yetiştirmek olan “demokratik bir kamu yararı olarak okullaşma” kavramı tehlikeli olmasa da modası geçmiş bir ideoloji olarak reddediliyor. Eğitim artık bir kendini keşfetme süreci, bireysel ve toplumsal eylemliliği genişletmek için bir temel ve eleştirel bir kamu yararı olarak tanımlanan şeye özgü bir merak, yaratıcılık ve eleştirel öğrenme alanı olarak görülmüyor. Bu koşullar altında, kamu eğitimi hem ırksal ve sınıfsal bir ayıklama merkezi hem ceza adaleti sisteminin bir ileri karakolu hem de amacı kısmen hayal gücünü öldürmek ve gençlere yönelik her türlü uygulanabilir yatırımı azaltmak olan mutlak bir angarya alanı haline getiriliyor. (13)

Faşizmin yeniden markalaşmış bu biçimi altında, eğitim artık tarihsel hafızanın düşmanı olarak tanımlanırken, düşünme eylemi ve eleştirel bilinç, İktidar Blokunun ekonomik, siyasi, kültürel ve ideolojik çıkarlarına yönelik tehditler olarak görülürken, laiklik ve demokrasiye Cumhuriyet tarihinin en büyük meydan okuması ile Şeriat’a karşı gelenler hedef tahtasına oturtuluyor. (14)

Bundan 22 yıl önce “3Y” ile yani “yasaklarla, yolsuzluklarla ve yoksullukla” mücadele edeceklerini söyleyenlerin bugün ülkeyi bu üç alanda da bir çöküşe sürüklediğini artık görüyor olmamız gerekiyor.

“Bu nasıl mümkün olabildi?” sorusunun yanıtlarından biri, belki de “mutlak iktidarın mutlak çürümeyi, onun da mutlak korkuyu beraberinde getirdiği” tespitidir.

Büyük çapta ve yaygınlıktaki yolsuzluklar, ekonomik kriz başta olmak üzere, bir türlü içinden çıkılamayan çoklu kriz ve halkların derin yoksulluğunun egemenler açısından oluşturduğu potansiyel tehditler üzerinden şekillenen bu korku; sağ popülist otoriter rejimin hızla bu yüzyıla özgü bir faşizme evrilmesinin ve iktidarlarının başlarındaki demokrasi söylemlerinin yerini ırkçı, milliyetçi, militarist ve siyasal İslamcı söylemlerin almasının asıl nedenidir.

Hatırlayalım, 2005 yılında Diyarbakır’da, “milliyetçiliği ayaklar altına aldık” diyenler bugün siyasal İslam’la milliyetçiliği sentezleyerek bir ideolojik hegemonya kurma çabası içindeler.

“Tüm bunlar seçimler öncesinde kendi tabanını konsolide etmeye dönük gelip geçici politikalardır” diye düşünen ana muhalefetin, Almanya’da faşizmin yükselişini hafife alan sosyal demokratların içine düştüğü tarihsel bir hataya düştüğünün de altını çizmek ve uyarmak zorundayız.

“Aşırı sağın, siyasal İslamcı faşist dalganın yükselişinden trollerin sorumlu olduğu iddiası” gibi kolay açıklamalara başvurmayı bırakmalı ve aşırı sağcı kişiliklerin ve hareketlerin sermaye desteği gibi, çok kritik bir halk desteğine sahip olduğunu kabul etmeliyiz.

“Türkiye Yüzyılı vizyonu”, burjuva Cumhuriyetin kurulmasının ardından geçen 100 yıl sonra bu Cumhuriyetin de ortadan kaldırılarak, bu yüzyılda siyasal İslamcı otoriter bir rejim ve toplum inşa etmek dışında halklarımıza herhangi bir şey vadetmiyor. Maalesef dünyanın genel ekonomik ve politik durumu da bu gidişat için lehte bir durum oluşturuyor.

Eğer karşımızdaki tehlike, bugün biçim değiştirmiş emekçilerin ve halkların düşmanı bir faşizm olgusu ise onunla sadece klasik araçlarla değil, çağın koşullarına uygun tüm araçlarla mücadele etmek gerekir.

Ancak öncelikle, farklılıklar olsa da, Mart yerel seçimlerinde antifaşist gruplar ve hareketlerle en geniş birleşik seçim cepheleri oluşturulmalıdır.

Sadece işçi sınıfı değil, köylüler ve orta sınıflar da dahil olmak üzere, ekoloji mücadelesi verenler, kadın hareketi, demokratik Kürt hareketi ve ezilen kimliklerin mücadelesini verenler gibi nüfusun geniş kesimleri arasında büyük yankı uyandıran hareketleri anti faşist direnişin öncüsü haline getirmek gereklidir.

İnsan haklarını (mülteci/sığınmacı hakları dâhil) ve demokratik değerleri evrensel olarak da savunmalıyız. Zulme uğrayanlarla uluslararası dayanışma, antifaşist mücadelenin temel bir unsurudur.

Son olarak, belki de önemlisi, aşırı sağla rekabet edebilecek, artık gözden düşmüş liberal demokrasinin ötesine geçen, yerinden-doğrudan demokrasiyi inşa etmeyi hedefleyen bir vizyona sahip olmamız ve buna uygun bir emekten ve doğadan yana ekonomik kalkınma ve gelişme paradigması ortaya koymamız gerekiyor.

Gelmekte olanı durduramazsak, onu durdurmak için kendimizi bedenen ve ruhen, tamamen ve akıllıca ve örgütlü bir biçimde ortaya koymazsak, gelmekte olan kesinlikle gelecektir. Onu hala durdurma imkânımız var bu görev tüm demokratlara düşüyor.

Dip notlar:

(1) WJP Rule of Law Index, worldjusticeproject.org (28 January 2024).

(2) https://www.transparency.org/en/news/cpi-2023-eastern-europe-central-asia-autocracy-weak-justice-systems-widespread-enabling-corruption (30 January 2024).

(3) https://www.transparency.org/en/publications/examining-state-capture (15 December 2020).

(4) https://www.transparency.org/en/news/cpi-2023-corruption-and-injustice (30 January 2024).

(5) https://theconversation.com/when-mafia-threatens-democracy-research-shows-ordinary-people-are-less-honest-in-countries-hit-by-organised-crime (24 July 2023).

(6) Bu konuda bir önceki yazımıza bakılabilir: https://t24.com.tr/yazarlar/mustafa-durmus/gelir-dagilimi-adaletsizliginde-konusulanlar-ve-konusul-a-mayanlar (31 Ocak 2024).

(7) https://posle.media/language/en/global-post-fascism-and-the-war-in-ukraine (18 May 2023).

(8) https://socialistproject.ca/2023/11/new-fascism-question-of-socialist-strategy (19 November 2023).

(9) Goerge Monbiot, The Roots of Fascism”, https://www.monbiot.com (11 February 2020).

(10) Walden Bello, Fascism 101 for Today’s Geopolitics, https://www.counterpunch.org (12 December 2023).

(11) Bello, agm.

(12) Pareto, Liberismo, Free Trade and Conservative Fascism, https://beastrabban.wordpress.com/tag/the-seizure-of-power (11 April 2014).

(13) https://znetwork.org/znetarticle/public-education-as-a-domestic-machinery-of-indoctrination-and-disposability-in-the-age-of-fascist-politics (12 May 2023).

(14) https://www.sozcu.com.tr/erdogan-dan-seriat-aciklamasi (1 Şubat 2024).

Ana akım medya TÜİK verilerini değerlendirirken ne sınıfsal ne de kimliksel farklılıkları dikkate alıyor. Gelir adaletsizliği emek örgütlerinde dahi "bireysel" gelir dağılımında artan adaletsizlik olarak adlandırıyor

Bakan’ın açıklamalarından, asıl derdinin vergi geliri kaybı ve kayıtlı şans oyunları şirketlerinin haksız rekabete uğraması olduğunu söyleyebilir miyiz?

Hem "İsrail devletinin katliamlarına hem ABD'nin İsrail'e verdiği desteğe karşıyım" hem de "Starbucks'ın 676 şubesinin açılmasına izin veririm ve İsrail ile ticari ilişkimi sürdürürüm" diyemezsiniz

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - “Türkiye Yüzyılı” mı, yoksa yeni yüzyılda yeni bir faşizmin inşası mı? - Mustafa Durmuş
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

“Türkiye Yüzyılı” mı, yoksa yeni yüzyılda yeni bir faşizmin inşası mı?

26 16
05.02.2024

Diğer

05 Şubat 2024

Dünya Adalet Projesi (WJP) “Hukukun Üstünlüğü Endeksi 2023” birkaç gün önce yayımlandı.

Bu rapor 142 ülke ve yargı alanında insanların hukukun üstünlüğüne ilişkin algı ve deneyimlerini ölçen bir serinin son raporu. Raporda yer alan veriler 149 binden fazla insan ve 3 bin 400 hukukçu ve uzman tarafından doldurulan küresel anketlerden elde ediliyor. (1)

Rapordaki verilere göre hazırlanan endekste yer alan puanlar 0 ile 1 arasında değişiyor. 1 puan “hukukun üstünlüğüne güçlü bağlılığı”, 0 puan ise “hukukun hiç işlemediğini” ifade ediyor.

Toplam 142 ülke arasında Türkiye’nin yeri ise son derece korkutucu zira Türkiye 117’nci sırada ve genelde de çok az gelişmiş ülkelerle aynı sıralarda yer alıyor. Bu durum aslında ülkede bizlerin her gün yaşamakta olduğumuz hukuksuzluğun küresel çaptaki yansımasından başka bir şey değil.

Aynı gün yayımlanan bir diğer endeks ise “Küresel Yolsuzluk Algı Endeksi”. Uluslararası Şeffaflık Örgütü, dünya genelinde 180 ülke ve bölgede kamu sektöründe algılanan yolsuzluk seviyelerini ölçme amaçlı olarak bu endeksi hazırlıyor. Endeks, ülkeleri sıfır (çok yolsuz) ile 100 (temiz) arasında puanlıyor.

Bu endekste de Türkiye’nin durumu vahim. Zira yeri 2022'den bu yana iki sıra daha geriledi ve 180 ülke içinde 115’nci sıraya düştü. Türkiye’nin 2015’ten bu yana endeks puanı, aşırı baskın bir yürütme organı ve demokratik denge ve denetleme mekanizmasının yetersizliğinden 8 puan geriledi ve 34 puana düştü.

Rapora göre, “Türkiye’de yolsuzlukla mücadele yasalarının yetersizliği, bu yasaların uygulanmasındaki isteksizlik ve yargı bağımsızlığının olmaması ilerlemenin önünde engel teşkil ediyor. Nitekim Şubat 2023 depreminin trajik sonuçları, yolsuzluğun bedelinin bazen insan hayatıyla nasıl ödendiğini gösteriyor”. (2)

Uluslararası Şeffaflık Örgütü, bölgelere ait raporunda “Batı Balkanlar ve Türkiye’de devletin ele geçirilmesinin, sıradan vatandaşların zararına olacak şekilde siyasetçileri ve çevrelerini zenginleştirdiğini ve giderek artan bir şekilde özel çıkarlara hizmet etmek için kullanıldıkları için halkın kamu kurumlarına olan güvenini de sarstığını” ileri sürüyor. Bu olgu Avrupa Komisyonu'nun genişleme ülke raporlarında da rapor edilmiş bulunuyor. (3)

Bu rapor, Batı Balkanlar ve Türkiye’de devletin ele geçirilmesini mümkün kılan iki temel etkeni inceliyor: Üst düzey yolsuzluğun cezasız kalması ve kişiye özel yasalar. Rapor, yargının büyük yolsuzlukları ve üst düzey yetkililerin yaptığı diğer yolsuzlukları nasıl etkisiz bir şekilde ele aldığına dair fikir veriyor. Ayrıca, bu sorunun ve özel çıkarların hizmetinde olan kanun yapma sürecindeki usulsüz etkinin devletin ele geçirilmesine ve bunun sürdürülmesine nasıl yardımcı olduğunu da gösteriyor.

Bu iki rapor kuşkusuz yolsuzluklar ile sosyal adalet arasındaki ilişkiyi gün ışığına çıkartıyor. Nitekim yolsuzluk ve adalet karmaşık ve ters bir ilişki içinde birbiriyle yakından bağlantılı iki olgudur. Öyle ki adaletin hüküm sürdüğü yerlerde yolsuzluğa çok az yer vardır ama yolsuzluğun geliştiği yerlerde adalet terazisinin dengesi bozulur.

Hukuksuzluk yolsuzlukların önünü açar. Oysa adalet ve etkili bir hukukun üstünlüğü hem ulusal hem de uluslararası düzeyde yolsuzluğun önlenmesi ve durdurulması için elzemdir. Hukuksuzluk arttıkça yolsuzluk da artar.

Yolsuzluk, adalete erişimi kısıtlayarak ve kanun önünde eşitlik temel ilkesini tehdit ederek adaletin erozyona uğramasına neden olur. Yolsuzluk adalet sistemini ele geçirdiğinde, güçlü ve varlıklı kişiler kovuşturmalardan ve mahkûm edilmekten kurtulurlar.

İyi işleyen bir adalet sisteminin hukukun üstünlüğünü desteklemesi, insan haklarını koruması ve mevcut yolsuzlukla mücadele hükümleri de dâhil olmak üzere yasalarda yer alan diğer tüm hak ve yükümlülüklere uygun şekilde riayet edilmesini sağlaması gerekir. (4)

Bir grup araştırmacının 8 Afrika ülkesinden, Amerika Kıtasındaki 13 ülkeden, 26 Asya ülkesinden, 34 Avrupa ülkesinden ve Okyanusya’daki 2 ülkeden elde ettiği veriler yolsuzlukların yurttaş dürüstlüğünü olumsuz etkilediğini gösteriyor.

Öyle ki yazarlar, organize suç gruplarının çok daha yaygın olduğu ülkelerde yurttaşların dürüstlüğe daha az eğilimli olduklarını, yolsuzlukların daha kolay ve yaygın olarak meşrulaştırıldığını ileri sürüyorlar.

Ayrıca, bu araştırma kapsamında, daha yüksek siyasi güven bildiren kişilerin daha dürüst davrandıkları görülüyor. Yani hükümetin, polisin ve mahkemelerin dürüstlüğüne ve güvenilirliğine inanılıyorsa, onların koyduğu, uyguladığı kurallara uyma olasılığı da artıyor. Çünkü politik güven, kurumların meşruiyetinin bir yansımasıdır, insanlar kurumları meşru gördüklerinde, teşvik ettikleri normları ve değerleri kendilerininmiş gibi içselleştirme olasılıkları daha yüksektir. (5)

Kısaca, hukukun üstünlüğü de, yolsuzlukların önlenmesi de demokrasinin temel taşlarıdır. Yolsuzluğun cezasız kalması - gücünü kötüye kullanan kişilerin neden oldukları zararın sonuçlarıyla yüzleştirilmemesi - adaletsizliğin ve hukukun üstünlüğünün geçerli olmamasının temelini oluşturuyor.

Türkiye’nin Hukukun Üstünlüğü Endeksindeki puanı ve yeri, AKP-MHP İktidar Blokunun iktidarı ele geçirdiği 2015 Kasım genel seçimlerinden bu yana istikrarlı bir biçimde düştü. Aynı süreçte ekonomik kriz derinleşti, gelir dağılımı adaletsizliği ve yüksek enflasyon altında yoksulluk ve yolsuzluklar arttı.

Yargıtay tarafından yapılan bir Anayasa darbesi ile Av. Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülerek cezaevinde tutulması ise, yargının bağımsız olmadığının, hukuksuzluğun ve aynı zamanda ülkenin nasıl bir karanlığa doğru sürüklendiğinin somut göstergelerinden sadece biri olarak tarihe geçecek.

Son olarak, ülkedeki yoksulluk bir yandan ekonomik kriz, yolsuzluklar, aşırı güvenlikçi politikalar, diğer yandan ve asıl olarak da hızla artan gelir dağılımı adaletsizliği ile giderek sosyal bir soruna dönüşmeye başladı. Öyle ki TÜİK dahi son Gelir Dağılımı Araştırmasında bu gerçeği gizleyemedi ve gelir dağılımı adaletsizliğindeki kötüleşmeyi ve yoksullaşmadaki artışı kabul etmek durumunda kaldı.(6)

Ülkeye ilişkin tüm bu gelişmeleri, her seçim öncesindeki “sağ popülist otoriter” iktidarın yöneldiği şahinleşme politikaları olarak yorumlayanlar olduğu gibi, bunları büyük resmin içinde görmek gerektiğini ileri sürenler de var.

Bu ikinci görüşe göre, resmin büyüğünde bazı yazarların “post faşizm”, ya da diğerlerinin “yeni faşizm” olarak da adlandırdıkları bir faşizm tehlikesi söz konusu.

Bir yazara göre, “post faşizm kavramı Modi Hindistan’ını veya Erdoğan Türkiye'sini şekillendiren ve haklı endişeler uyandıran bazı eğilimleri tasvir etmek için kullanılabilecek bir kavramdır. Küresel post faşizm ise, içinde ortak özellikler ve eğilimler bulabileceğimiz heterojen bir takımyıldızdır.........

© T24


Get it on Google Play