Diğer

Konuk Yazar

05 Kasım 2023

Gökyüzünden bakarken bile anlıyorsunuz küçük bir cennete ineceğinizi, yemyeşil ormanlar arasında kırmızı çatılı iki katlı evler, uçak alçaldıkça da manzara değişmiyor, her yer yeşil, deniz billur mavisi, tahta panjurlu birbirine benzeyen evler palmiyeler arasında düzenli bir şekilde serpiştirilmiş. Havaalanı da öyle, küçücük, Yeşilköy'ün 70'li yıllardaki hali gibi, oysa yazın milyonlarca turisti ağırlıyor.

Hava limonata gibi, hiç sıkmıyor, insanlar da öyle hiç bakmıyor, batmıyor, ambulans sireni yok, polis sireni de. Kavga olmazmış bu ülkede. İnsanlar şık ama ortada butik gözükmüyor. Fazla bir işyeri de yok. Binalarda tabela yok mesela, doktor, avukat vb. gibi. Kimse koşuşturmuyor. Lokantalar da şık ama pahalı değil. Dünyevi hırsları yok gibi. Yaya geçidinde isteğiniz kadar salının kimse korna çalmıyor…

Ve en önemlisi Avrupa kıtasında yer almasına rağmen bu ülkenin insanlarında kibir yok. Kibirlenecek bir şeyleri de yok diyebilirsiniz ama kibirin haklı bir gerekçesi olamaz, nereden baksanız hadsizliktir.

Hayatım boyunca gittiğim hiçbir ülkeyi yazmadım. Hiçbirinden de etkilenmedim ama Montenegro'ya bayıldım. Ne yazık ki bayılan bir tek ben değilim. Türkler bağımsızlığına kavuşur kavuşmaz keşfettikleri bu ülkeyi havaalanında sohbet ettiğim mühendisin deyimiyle 'bitire bitire ilerliyor'.

Bitirme deyince aklınıza ne geliyor? İnşaat tabii. Budva'nın sahil şeridini zapt etmişler bile. Güzelim sayfiye evlerinin önüne dev bloklar, şehrin sahil dokusu mahvolmuş. Şimdilerde Tivat'ta yoğun inşaat yapıyorlar. Orta Çağ dokusundan dolayı Kobor'u mahvetmelerine izin verilmeyeceği umuluyor.

Malum Türkiye'nin bekası, bizim de kabusumuz oldu inşaat. Hayatımın büyük bölümünü geçirdiğim Göztepe'de aynı binaların dördüncü kez yıkılışına şahit oluyorum. O kadar ki her sokağını ezbere bildiğim semtte geçtiğimiz hafta kayboldum, tanınmaz bir şantiye alanı.

Göztepe'yi öylesine söyledim. Tüm ülke şantiye alanı. Tüm ülke en ufak bir yağmura, depreme dayanamayan bina yığını. Düz, kişiliksiz, ruhsuz binalar. Kimse evde oturmak istemiyor. Kimse işe gitmek istemiyor. Hiç de akıllı değiller yani.

Binaların yıkılmasıyla ortaya çıkan muazzam karbon emisyonun yol açtığı felakete hiç girmeyelim, çıkamayız.

Hâl böyle iken, yüksek binalar ne kadar dayanıklı olursa olsun, mukavemetten dolayı depremde en riskli olanlarken, geçtiğimiz hafta biz Cumhuriyet müsameresi ile oyalanırken sessiz sedasız bir mülkiyet devrimi yaşandı. Bu çökme durumuna önce Mehmet Y. Yılmaz dikkat çekti 25 Ekim tarihli yazısında. Sonra da Önder Algedik, Muhalif'teki yazısı ile. Belki gözümden kaçanlar da olmuştur, ama olması gerektiği gibi öyle yer yerinden oynamadığına göre kimsenin haberi yok diyebiliriz.

Algedik durumun vahametini "TBMM'de sessiz sedasız bir devrim yaşanıyor. Tam bir mülkiyet devrimi aslında. Cumhuriyetin ikinci yüzyılına 'mülk müteahhitindir' mottosu ile gireceğimiz bir devrim bu. Tam adı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun Teklifi ile elinizdeki son eve de çökecekler(…) 20 Ekim günü teklif 113 vekilin imzası ile TBMM'ye sunuldu. Pek kimse konuşmadı. TBMM'de 14 partiden sadece AKP konuya dair müjdeli haber kıvamında basına bilgi verdi. Bir tane bile politika notu, halk bilgilendirmesi yapan parti olmadı. O kadar derin ve sessizden gidildi. Herkes İsrail'in Filistinlilere zulmünü konuşurken İsrail'in yerleşimcilere yaptığının daha kibarcasını yapan bu düzenlemeyi 24 Ekim günü Bayındırlık Komisyonu'ndan geçirdiler." diye anlatırken durumun sebebine de dikkat çekiyor: Müteahhitlerin elinde kalan 1,5 milyon boş evi yeni sahipleri ile buluşturma.

Yani sizin Ataköy'deki evinize çökecekler. Size de Sultanbeyli'deki bir eve yerleşmek düşecek. Kentiler kent dışına.

Bu yeni bir şey de değil zaten, yıllardır müteahhitler aracılığı ile uygulanıyordu. Fark o ki bu sefer devlet zoru ile çıkarılacaksınız evinizden.

Yılmaz "Kanun, müteahhitler ve eski semtlere gözünü dikmiş yeni zenginler için çıkıyor" diye özetledi durumu. Aynen böyle. Anayasa'nın mülkiyet hakkı ile ilgili hükmü de böylece alenen ihlal ediliyor.

Kaldı ki bu kadar inşaata yüz akı bir örnek de yok. Örneğin Fransa 1889 yılında Cumhuriyetin 100. yılı için Eyfel Kulesini yapmıştı. Biz bayrak sallamakla yetindik. Oysa bir şeyi gerçekten umursasanız onun garantörü olursunuz, yaptığınız iş ne olursa olsun.

İklim krizinin en etkilediği ülkelerden olmamıza rağmen önlem almak yerine inadına kazmaya vurmak bu ölümlü hayatı cehenneme çevirmek, niye?

Steinbeck, Nobel konuşmasında "Bir zamanlar tanrıya atfettiğimiz bir çok güce el koyduk. Korku dolu ve hazırlıksız olmamıza rağmen, tüm dünyanın ve yaşayan her şeyin yaşamı ve ölümü üzerinde yetkili olduğumuzu varsayarak" demişti. Biz Nobelli yazarımızı bile bu hafta inşaat meselesi yüzünden adliye koridorlarını arşınlarken gördük.

Niye gerçekten?

Zira gezegenimiz can çekişiyor. İnsanlık olarak dünya boyutundaki son repliklerimiz olabilir bunlar. Gün varoluşun teknolojisini anlama günü. Bu yüzden Covid gibi, deprem gibi şok programlar ile sarsılıyoruz. Yani yanlış yatırımın peşindeyiz. Her anlamda.

Avrupa Uzay Ajansı "Bir ayağımız değil, gövdemiz de çukurda" diyor.

Biz de ya Gaye Su Akyol gibi "Ya o uzaya gidilecek, ya o uzaya gidilecek" diye haykırmak mı kalıyor?

“Benim için yazmak dua etmek gibidir” diyerek mistik yanının altını çizen Norveçli yazar, tıpkı Dario Fo gibi arabayla giderken öğreniyor Nobel’i aldığını

Biz bu Eylül'ü de sessiz sedasız idrak ederken Şili'de askeri darbenin 50. yılı bayağı bir yazıldı, çizildi, hatıralar tazelendi. Bu vesile ile Isabel Allende de yeniden gündem oldu

Dünyaya gelmiş olmakla var olmuyoruz, ölümden hayata, hayattan ölüme mekik dokurken varoluşun yüklediği vazifeyi anlamamız gerekmez mi?

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Montenegro cennetinden, şantiye cehennemine - Ayça Atikoğlu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Montenegro cennetinden, şantiye cehennemine

11 0
05.11.2023

Diğer

Konuk Yazar

05 Kasım 2023

Gökyüzünden bakarken bile anlıyorsunuz küçük bir cennete ineceğinizi, yemyeşil ormanlar arasında kırmızı çatılı iki katlı evler, uçak alçaldıkça da manzara değişmiyor, her yer yeşil, deniz billur mavisi, tahta panjurlu birbirine benzeyen evler palmiyeler arasında düzenli bir şekilde serpiştirilmiş. Havaalanı da öyle, küçücük, Yeşilköy'ün 70'li yıllardaki hali gibi, oysa yazın milyonlarca turisti ağırlıyor.

Hava limonata gibi, hiç sıkmıyor, insanlar da öyle hiç bakmıyor, batmıyor, ambulans sireni yok, polis sireni de. Kavga olmazmış bu ülkede. İnsanlar şık ama ortada butik gözükmüyor. Fazla bir işyeri de yok. Binalarda tabela yok mesela, doktor, avukat vb. gibi. Kimse koşuşturmuyor. Lokantalar da şık ama pahalı değil. Dünyevi hırsları yok gibi. Yaya geçidinde isteğiniz kadar salının kimse korna çalmıyor…

Ve en önemlisi Avrupa kıtasında yer almasına rağmen bu ülkenin insanlarında kibir yok. Kibirlenecek bir şeyleri de yok diyebilirsiniz ama kibirin haklı bir gerekçesi olamaz, nereden baksanız hadsizliktir.

Hayatım boyunca gittiğim hiçbir ülkeyi yazmadım. Hiçbirinden de etkilenmedim ama Montenegro'ya bayıldım. Ne yazık ki bayılan bir tek ben değilim. Türkler bağımsızlığına kavuşur kavuşmaz keşfettikleri bu ülkeyi havaalanında sohbet ettiğim mühendisin deyimiyle 'bitire bitire ilerliyor'.

Bitirme deyince aklınıza ne geliyor? İnşaat tabii. Budva'nın sahil şeridini zapt etmişler bile. Güzelim sayfiye evlerinin önüne dev bloklar, şehrin sahil dokusu mahvolmuş. Şimdilerde Tivat'ta yoğun inşaat yapıyorlar. Orta Çağ dokusundan dolayı Kobor'u mahvetmelerine izin verilmeyeceği umuluyor.

Malum Türkiye'nin bekası, bizim de kabusumuz oldu inşaat. Hayatımın büyük bölümünü geçirdiğim Göztepe'de aynı binaların dördüncü kez yıkılışına şahit oluyorum. O kadar ki her sokağını ezbere bildiğim semtte geçtiğimiz hafta kayboldum, tanınmaz bir şantiye alanı.

Göztepe'yi........

© T24


Get it on Google Play