Diğer

Konuk Yazar

09 Aralık 2023

Birkaç gün arayla görünüşte uzak ama aslında çok yakın iki olay oldu. Stockholm Dayanıklılık Merkezi (Stockholm Resilince Centre), gezegenimizin sınırlarının haritasını güncelledi ve bu sınırlardan altısının zaten risk eşiğini aştığını resmi olarak bildirdi. İklim, biyosfer, toprak, tatlı su, biyokimyasal döngüler ve yeni kimyasal maddeler gerekli olanın çok ötesinde değişmiş, bozulmuş.

Yani dünya insanlık için güvenli alan olmaktan çıkıyor. Türümüzün yaşamasını istiyorsak gezegene zarar vermeyi acilen bırakmamız gerekiyor.

Kısa bir süre sonra da, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri Zirvesi 2030 hedeflerinin çok gerisinde olduğumuzu açıkladı.

Yani ekonomik /politik paradigmaların acilen değişmesi gerekiyor. Bu saptamalardan anlıyoruz ki yarın olacağınızı düşündüğümüz şey bugün başımıza gelebilir.

Sekiz yıl önce küçük bir araştırmacı grup küresel bir salgın olacağını konusunda uyarmış, ciddiye bile alınmamıştı. Bunu Korona izledi ve dünyanın ne kadar kırılgan, hükümetlerin ne kadar hazırlıksız olduğunu anladık.

Avrupa kıtasında yeni bir savaş mı? Daha neler derken Ukrayna savaşı patladı. Filistin meselesine girmiyorum bile. Gazze nezdinde insanlığın düştüğü durum malum… Eşitsizlik, çatışmalar, insanın, doğanın, hayvanların sömürülmesinin kökeninde sonsuz büyüme hırsına hapsolmuş bir beşeri tür olmamız yatıyor. Sevinilecek şey yok mu? Var, yaşadığımız çevre krizinin ciddiyetine dair farkındalık yaygınlaşıyor ama çok çok yetersiz. Zira yarattığımız habitat tahribatı ile türleri yok ederek gezegenimizin (bu sefer insan eliyle) altıncı kitlesel yok oluşu tahminlerin çok ötesinde hızlanıyor.

Bu durumda yapılabilecek birçok şey var. İnşaat yapımından, ortalığı toz dumana çevirmekten, yeşil alanları, koyları, doğayı tahrip etmekten vazgeçmek; tüketimi en aza indirmek; yurt içi ve yurt dışı uçuşları zorunlu değilsen yapmamak; ihtiyacın olmayan şeyleri almamak; daha az et tüketmek vs. gibi bildiğimiz şeylerin yanında devletleri bu yeni dünya düzenine göre şekillenmeye zorlamak. Yine bildiğimiz ama yapmadığımız şeyler…

Günlük siyasete ve muhabbete gömülmeden yöneticileri iklim krizine karşı koruma yöntemleri konusunda uyarmamız gerekiyor. 8 bin 500 yıllık geçmişi olan İstanbul'da gelmiş geçmiş hiçbir yöneticinin yağmur suyunu kullanmak için bir şey yapmamış olması, güzelim suların, hayat kurtarıcı mübarek damlaların lağıma karışmasının anlaşılabilir, kabul edilebilir yanı var mı?

Gelen yıkıyor, daha çirkinini yapıp gidiyor.

Tabii ki ölüm, açlık, yoksulluk, işsizlik ile uğraşan insanlığa karbon ayak izlerini düşünmelerini söylemek lüks gibi geliyor. Ama değil, gezegen ile sağlıklı ve doğru bir ilişkiden oluşan sağlam bir temel olmadan sosyal ve ekonomik refahın gerçekleşmesi mümkün değil.

Bildiğimiz kadarı ile sonsuz evren, milyarlarca galaksi yarattı, 13.8 milyar yıl önce Dünya oluştu. 8.7 milyon adet farklı canlı formu yaratıldı ve yaratılan bu canlılardan biri olan insan göklerle yer arasında arabulucu olduğunu düşünüyor olsa gerek. Çünkü bu dünya ile yetinmeyip öte dünyaya yatırım yapmaya çalışan bilinen tek tür biziz.

Ama göksel korku bile bizi durdurmaya yetmedi. Burayı batırdık başka gezegen, bulmalıyız aşamasına geldik. Ulus devletler mevzi kaybederken şirketler yükseliyor, onlar da hedeflerini dünya dışına yöneltmiş vaziyette.

Oysa uzayın yüzde 95'ini bilmiyoruz.

Hâlâ vakit varken gezegenin hayırlı bir evladı olmaya çalışmalıyız.

Dostovyeski "İnsanın ortak sıkıntısı, varoluşsal meselesi, en kutsalla en bayağı olan arasında hızla gidip gelme mahareti, tuhaflığı" demişti.

Kutsalla bayağı arasında gidip gelme…

Gerçekten televizyon kanalları arasında şöyle bir dolaştığınızda insanlığın taş devrinden bu yana fazla bir gelişme göstermediğini düşünüyorsunuz. Paraya kilitlenmiş aile ilişkileri, otobüs bileti alıp getirtilen internetten bulunma üç çocuklu evli kadınlar, çocuklar başlarına kaldığı için kanal kanal gezen kocalar, ağzında dişi kalmamış tüm köy ile beraber olmuş teyzeler, seks peşinde para kaptırmış amcalar, aç gözlülükten para kaptırmış futbolcular ve her daim birbirine öfkeli Türkler.

Yemek programı, gelin programı, kaynana programı fark etmez; bayağılığı, laf yetiştirmeyi "güç" zanneden, ağzından köpükler saçan insanlar olduk.

Bizde bayağılık katsayısı fazla olsa da sistem tüm dünyada çökmüş vaziyette.

Yıllardır haberlerden takip ettiğim kök hücre destekli nefes borusu nakilleriyle tüm dünyada ünlenen İtalyan cellat Dr. Paolo Macchiarini'nin yaptıkları Netflix'te mini bir dizi olarak gösterilmeye başlandı "Bıçak Altında AŞK". Doktorun öldürdüğü hastalardan biri de Türk Yeşim Çetir'di. Suçlu görüldüğü tek vaka da bu kabul edildi. Diğer hastaların zaten öleceği varsayıldı ve hak ettiğinin çok altında ceza aldı.

Bu olayda sorun gözü dönmüş bir doktor ile sınırlı kalsa bireysel vaka deyip geçersiniz ama adamın arkasında dünyanın en önemli tıbbı kuruluşlarından, ana kampüsü Stockholm'de olan Karolinska Üniversite Hastanesi var. Ölümleri görmezden gelen, ihbar edenleri işten atan...

İsveç'e ilk gittiğim 1968 yılında oradaki Türkler "İsveç yalanın ne olduğunu bizden öğrendi, bilmiyorlardı" diye övünmüşlerdi. Bu diziden anlıyorsunuz ki geç öğrenmişler ama çözmüşler işi.

İnsanlığın ortak mirası, ortak vicdanı vardır. Bir filmi tek kelimesini anlamadan izleyip bambaşka biri olarak çıkabiliriz mesela. Seyretmekle kalmayıp müdahale etme zamanı geldi (geçiyor).

Gazete okurları bilir, eskiden arka sayfa güzeli vardı. İç gıcıklasın diye konulan yarı çıplak kadınla. Şimdi gazetelerin büyük kısmında hayvan köşesi var. İnternet siteleri de öyle. Ruşen'in (Çakır) günün güzeli kedisi ile başlıyor sabahım.

İnsanlar birbirlerinde bulamadıkları sevgi enerjisini hayvanlar ile, çoğunlukla da kedi, köpek ile aktive ediyorlar. Sadece hayvanı konu alan film ve kitap sayısında da doğal olarak artış var. Bunlardan biri geçtiğimiz aylarda satış rekoru kırarak şaşırttı.

Fransa'da köpeğinin ölümünün yasını tutan bir adamın dokunaklı hikâyesi editoryal bir fenomen haline geldi, adı: Yağmurdan sonraki kokusu (Son odeur apres la pluie).

Yazarı bir ay öncesine kadar bilinmeyen spor öğretmeni ve dağcı Cedric Sapin-Defour'un kitabı, hâlihazırda 140 bini aşarak "hayvanlarının yasını" yaşayan herkese sesleniyor. Hiçbir tanıtımı yapılmayan kitap bir adam ile bir köpek arasındaki ilişkiyi konu alan kişisel, samimi ve içten bir metin, köpeği olmayanların bile yüreğini titretiyor…

Defour 47 yaşında ve onu bu aşk metnini yazmaya iten hayat arkadaşı Ubac bir Bern dağ köpeği.

Savoyard lehçesinde dağların güneşe en az maruz kaldığı tarafı anlamına gelen Ubac'ın 2016 yılında ölümü spor öğretmenini berbat bir boşluk içine sürüklemiş. Sapin-Defour, Ubac ile yaptığı gezintileri not edermiş ama bir gün bunları kitapta toplamayı tabii ki aklının ucundan bile geçirmemiş.

"İki varlık arasında sevginin evrensel portresi" dediği kitabı yazmaya yönelten sebebi şöyle anlatıyor:

"Toplumda bir hayvan için yas tutmanın pek bir değeri yok. Bu yüzden acımızı içimizde yaşıyoruz ve bu giderek dayanılmaz bir hâl alıyor, o kadar ki dayanmak için kendime başka bir köpek almalıyım noktasına geliyorsun."

Defour kitabı yazarken de hem çok acı çekmiş hem de unutulmuş anları yaşayarak mutlu olmuş.

Kitap, jürisinde ünlü yazarların olduğu evcil hayvanlar için verilen "30 Millions d'amis" ödülünü de almış.

Hayvan dostlarına buradan duyurulur, belki birileri çevirmek ister…

Diana, 90’ların en çok fotoğrafı çekilen isimlerin başında geliyordu. Uluslararası paparazziler onun peşindeyken bizimkiler de ödeneksizlikten Semra Özal’ın peşindeydi

Türkiye'nin bekası, bizim de kabusumuz oldu inşaat

“Benim için yazmak dua etmek gibidir” diyerek mistik yanının altını çizen Norveçli yazar, tıpkı Dario Fo gibi arabayla giderken öğreniyor Nobel’i aldığını

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Gezegenin hayırlı bir evladı olabilmek - Ayça Atikoğlu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Gezegenin hayırlı bir evladı olabilmek

9 0
09.12.2023

Diğer

Konuk Yazar

09 Aralık 2023

Birkaç gün arayla görünüşte uzak ama aslında çok yakın iki olay oldu. Stockholm Dayanıklılık Merkezi (Stockholm Resilince Centre), gezegenimizin sınırlarının haritasını güncelledi ve bu sınırlardan altısının zaten risk eşiğini aştığını resmi olarak bildirdi. İklim, biyosfer, toprak, tatlı su, biyokimyasal döngüler ve yeni kimyasal maddeler gerekli olanın çok ötesinde değişmiş, bozulmuş.

Yani dünya insanlık için güvenli alan olmaktan çıkıyor. Türümüzün yaşamasını istiyorsak gezegene zarar vermeyi acilen bırakmamız gerekiyor.

Kısa bir süre sonra da, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri Zirvesi 2030 hedeflerinin çok gerisinde olduğumuzu açıkladı.

Yani ekonomik /politik paradigmaların acilen değişmesi gerekiyor. Bu saptamalardan anlıyoruz ki yarın olacağınızı düşündüğümüz şey bugün başımıza gelebilir.

Sekiz yıl önce küçük bir araştırmacı grup küresel bir salgın olacağını konusunda uyarmış, ciddiye bile alınmamıştı. Bunu Korona izledi ve dünyanın ne kadar kırılgan, hükümetlerin ne kadar hazırlıksız olduğunu anladık.

Avrupa kıtasında yeni bir savaş mı? Daha neler derken Ukrayna savaşı patladı. Filistin meselesine girmiyorum bile. Gazze nezdinde insanlığın düştüğü durum malum… Eşitsizlik, çatışmalar, insanın, doğanın, hayvanların sömürülmesinin kökeninde sonsuz büyüme hırsına hapsolmuş bir beşeri tür olmamız yatıyor. Sevinilecek şey yok mu? Var, yaşadığımız çevre krizinin ciddiyetine dair farkındalık yaygınlaşıyor ama çok çok yetersiz. Zira yarattığımız habitat tahribatı ile türleri yok ederek gezegenimizin (bu sefer insan eliyle) altıncı kitlesel yok oluşu tahminlerin çok ötesinde hızlanıyor.

Bu durumda yapılabilecek birçok şey var. İnşaat yapımından, ortalığı toz dumana çevirmekten, yeşil alanları, koyları, doğayı tahrip etmekten vazgeçmek; tüketimi en aza indirmek; yurt içi ve yurt dışı uçuşları zorunlu değilsen yapmamak; ihtiyacın olmayan şeyleri almamak; daha az et tüketmek vs. gibi bildiğimiz şeylerin yanında devletleri bu yeni dünya düzenine göre şekillenmeye zorlamak. Yine bildiğimiz ama yapmadığımız şeyler…

Günlük siyasete ve muhabbete gömülmeden yöneticileri iklim krizine karşı koruma yöntemleri konusunda uyarmamız gerekiyor. 8 bin 500 yıllık geçmişi olan İstanbul'da gelmiş geçmiş hiçbir yöneticinin yağmur suyunu kullanmak için bir şey yapmamış olması, güzelim suların, hayat kurtarıcı mübarek damlaların lağıma karışmasının anlaşılabilir, kabul edilebilir yanı var mı?

Gelen yıkıyor, daha çirkinini yapıp gidiyor.

Tabii ki ölüm, açlık, yoksulluk, işsizlik ile uğraşan insanlığa karbon ayak........

© T24


Get it on Google Play