Hiçbir şey sadece siyah ya da sadece beyaz değildir!

Ben, sen, biz, medeniyetimiz...

Osmanlı İmparatorluğu, Türkiye Cumhuriyeti; kolektif veyahut şahsi günahlarımız ve sevaplarımız; hülasa insanoğlu ya da insanın türlü türlü eserleri, ne %100 iyidir ne de %100 kötüdür. Biyolojik olarak değil, gerçekte tabii ‘insan olmak, iyi ile kötü arasında salınırken iyiye, doğruya, kusursuza en yakın noktada durabilme ve oraya tutunabilme çabasıdır’. İnsan için olduğu gibi medeniyetler ve mesela devletler için de bu aynen geçerli...

Hayat, bir tayftır. Zifiri siyah ile günden beyaz olanın arasında salınır.

Tanık olduğum en saçma yaklaşımlardan biridir şu:

Osmanlı’yı seviyorsan genç Türkiye Cumhuriyeti’nden gocunmalısın veya tam tersi Türkiye Cumhuriyeti’nin aşığıysan Osmanlı’nın adı ve sicili seni bir biçimde rahatsız etmeli!

Akıllara zarar! Böyle saçma bir zihniyet olabilir mi? Ama ne yazık ki ‘var’!

Osmanlı’nın somut ve soyut mirasındaki sayısız muhteşem ayrıntıyı gururla sahiplenmek; ama özellikle duraklama ve çöküş döneminde içine düştüğü yanılgıları komplekse kapılmadan kabullenmek... Bu, ilerleme vaad eden doğru bir yaklaşımdır.

Aynı şekilde; genç Türkiye Cumhuriyeti’nin aştığı medeniyet çıtasını anlayabilmek ve dolayısıyla derin kökler üzerinde simgelediği başta Anayasa’mızla güvence altına alınmış demokrasi, insan hakları ve cumhuriyet rejimi olmak üzere içerdiği tüm değerleri sindirmek; ama kuruluş heyecanını sürdüremeyen, verimliliğini yitiren, darbe üstüne darbe yiyen son 50 yılı açık yüreklilikle eleştirebilmek... Askeri veya sivil bütün sorumluları bulmak ve yıllarca istismar edilen değerleri, istismarcıların elinden kurtarmak. Bu da kesinlikle ilerleme vaad eden doğru bir yaklaşımdır.

Bunları düşünmeye değer buluyorsanız iki bölümlük bu eleştiri söyleşisine buyrunuz:

★★

Efendim mademki Osmanlı İmparatorluğu’nda veya Türkiye Cumhuriyeti’nde yanlış gitmiş birşeyleri eleştirmek insanı Osmanlı veya Türkiye düşmanı yapmıyor -sanırım bunda hemfikir olduk-, o halde aynı musibet başımıza tekrar gelmesin diye, medeniyetimizin 1923 öncesi evresinde yapılmış akla hayale sığmaz yanlışlardan bazılarını hatırlatmakta sakınca görmüyorum. Hem başlığa dikkat ettiyseniz ele alacağım şeyin tek boyutu değil de ‘iki yüzü’ olduğunu zaten bizzat ben beyan ediyorum. Bu yazının ikinci bölümünde Osmanlı’nın sosyal hayatta yer verdiği, muhtemelen dünyanın bir başka yerinde ve bir başka çağda tekrarı yapılamamış bir kültür zenginliğine değineceğim.

Azıcık sabır!

★★

Şimdi birinci bölüm: Akıl almaz gaflar, yanlışlar ve maalesef önlenememiş yozlaşma...

1600’lü yıllarda Osmanlı medresesinde fen bilimleri ve matematik öğretiminin meşru olup olmadığı tartışılıyordu. O çağın Avrupa’sında İngiliz doktor William Harvey (1578-1657) kan dolaşımını; İtalyan fizikçi Evangelista Torricelli (1608-1647) cıvalı barometreyi buldu.

1600’lü yıllara gelmeden Türk oğlu Türk Hezarfen Takiyüddin’in (1521-1585) yaptığı ve Avrupa’da benzeri olmayan gözlemevi, yine Türk Kadızadelerin ‘Uğursuzluk getirir, yıkılmalıdır!’ kışkırtmalarıyla yıkıldı.

Alman gökbilimci Johannes Kepler’in (1571-1630) güneş sistemi yasalarını keşfettiği 1600’lü yıllarda Osmanlıda Hazreti Hızır’ın o gün sağ olup olmadığı hararetle tartışılıyordu.

Avrupa’da Gueriche’nin ilk jeneratörü, Savery’nin de ilk buharlı makineyi yaptığı 1600’lü yıllarda Osmanlı’da Hazreti Peygamber’e saygı olsun diye ‘Sallallahu aleyhi vesellem’ demenin gerekip gerekmediği tartışılıyordu. Demem o ki o gün için bunun gerekmediğini savunanlar da vardı; ama esas mesele ne ile ve nasıl zaman geçirdiğimizdi.

1700’lü yıllarda Avrupa’da Pascal ilk hesap makinesini icat ederken, Newton yerçekimi yasasını ilan ederken Osmanlıda Hz. Peygamber’in anne ve babasının mümin kabul edilip edilmeyeceği tartışılıyordu...

1700’lü yıllarda yine Avrupa’da Newton ‘Optik’ adlı kitabını yayımladı, Volta ilk elektrik bataryasını yaptı. Oysa o dönemde Osmanlı’da Firavun’un imanla ölüp ölmediği tartışılıyordu.

Keza Sanayi Devrimine balıklama dalacak Avrupa’da Watt, uzun süreli çalışan buharlı makineyi yapıyor; Montgolfier kardeşler ilk uçan balon yolculuğunu gerçekleştiriyorlardı. Osmanlı tam da o dönemde Muhyiddin Arabî’nin Şeyh-i Ekber (Büyük Şeyh) kabul edilip edilmeyeceğini tartışıyordu. Sonuç ne oldu, biliyor musunuz? Ben bilmiyorum. Tarih, bununla çok da ilgilenmemiş demek ki...

1804’te Trevithick, Avrupa’da ray üzerinde giden ilk treni yaptı. Aynı yıllarda Osmanlı kahve ve tütünün haram olup olmadığını tartışıyordu ve yine aynı çağda Avrupalı bilim insanları stetoskobu (kalp ve akciğer dinleme cihazını) bulmuş; Ampere, elektrik akımını ölçen ampermetreyi yapmış, Faraday elektromanyetik kuramları geliştirmişti. 19.Yüzyıl başlarında bizi ne mi meşgul ediyordu? Osmanlı, tam da o yıllarda ezanı tecvit ile okumanın gerekli olup olmadığını tartışıyordu. Bir kısım ulema, ‘Gaydesiz çağrı eftaldir’ diye fetva bile veriyor, düz konuşma halinde namaz çağrısının sıkıntıları sona erdireceğini ileri sürüyordu.

19.Yüzyılın batıdaki müthiş devinimi içerisinde Cooke ve Wheatstone ilk elektrikli telgrafı buldu. Kanuni’den sonra genel anlamda yozlaşmaya başlayan Osmanlı uleması ve medresesi, o günlerde türbelerin ziyaret edilip edilmeyeceğini tartışıyordu. Elbette ‘Ne fark eder? Esas sıkıntılara dönelim mi?’ diyebilen istisnalar, daha doğrusu serdengeçtiler vardı; ama maalesef akıntı o kadar güçlüydü ki yönünü değiştirmeye güçleri yetmedi.

1781 yılına gelindiğinde batıda Lavoisier kimyaya nicel yöntemleri yerleştiriyor, kütlenin korunumu yasasını buluyordu. Aynı tarihlerde Osmanlı medresesi, kandillerde toplu olarak namaz kılınıp kılınamayacağını tartışırken batı keşfedilenlerle yetinmiyor, 1811’de Avogadro birleşen hacim oranları yasasını buluyor ve kimyada yeni bir çığır açıyordu. Halbuki daha da yozlaşan ve içtihad anlamında gittikçe geriye giden medrese ‘Selamlaşırken boyun-bel eğilmeli mi, eğilmemeli mi?’ gibi incir çekirdeğini doldurmaz bir soruya yanıt arıyordu. Olay, hürmet-saygı olayı falan değildi, apaçık derin uykuydu!

★★

Bitmedi: İzleyen yıllarda batıda Thomson atomun yapısındaki elektronları keşfederken, uçaklar geliştirilirken, deniz araçları çağ atlarken Osmanlı uğraştığı basit polemikler yüzünden uçak yapamadı, yapmayı denediyse de sürdüremedi, okyanuslara dayanıklı gemi yapamadı ve hem kıtalararası hava üstünlüğünü hem de uluslararası ticaret yollarındaki mutlak hakimiyetini yitirdi. Üç hilal ile sembolize edilen üç kıtanın ikisi elden gitti. Daha da önemlisi kendi içindeki engellere, ilerleme ve değişim karşıtlarına karşı bir kafa yapısı geliştirecek bir felsefe, bir doktrin oluşturamadı. İçtihad denen hayati mekanizma yavaşladı, durdu, gereksiz diye imha edildi...

Yani Osmanlıyı her şeyden önce, ama her şeyden önce felsefeden ve bilimden, düşünceden ve eleştiriden uzak olmak, gerçeğe sırt çevirip hurafelere saplanmak yıktı. Halbuki biz biliyoruz, bizden çok önce Fatih Sultan Mehmed Han da biliyordu; İslam duraklamayı değil, tekâmülü, gelişimi emrediyordu...

Medeniyet adeta bile isteye tökezletilince olan da tabii önce o sancağın altındaki Türk insanına, sonra İslam toplumuna oldu.

Yazık oldu!

Ama esas ne zaman yazık olur, biliyorsunuz değil mi?

Rahmetli Mehmed Akif Ersoy’un zihinlere kazıdığı şekliyle: Yıkımdan ders alınmaz ve o yüzden de tarih tekerrür ederse...

Türkiye Cumhuriyeti de aynı kaderi yaşarsa maazallah!

Esas o zaman bize yazık olur!

Tarih tekerrür etmesin diye canla başla çalışan bugünün serdengeçtilerine selam olsun öyleyse. Onlar var. Onlar artık daha çoklar ve o değerli insanlardan biriyle, T3 Vakfı Türkiye Teknoloji Takımı’ndan TEKNOFEST Mersin sorumlusu değerli genç kardeşim Ahmet Bozdoğan ile birkaç gün önce tanıştım, kurumumda misafir ettim ve müthiş heyecanlandım...

Allah iyi niyetlileri muvaffak etsin.

(devamı yarın)

QOSHE - Osmanlı'nın iki yüzü (1) - Savaşkan İlmak
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Osmanlı'nın iki yüzü (1)

4 18
20.02.2024

Hiçbir şey sadece siyah ya da sadece beyaz değildir!

Ben, sen, biz, medeniyetimiz...

Osmanlı İmparatorluğu, Türkiye Cumhuriyeti; kolektif veyahut şahsi günahlarımız ve sevaplarımız; hülasa insanoğlu ya da insanın türlü türlü eserleri, ne 0 iyidir ne de 0 kötüdür. Biyolojik olarak değil, gerçekte tabii ‘insan olmak, iyi ile kötü arasında salınırken iyiye, doğruya, kusursuza en yakın noktada durabilme ve oraya tutunabilme çabasıdır’. İnsan için olduğu gibi medeniyetler ve mesela devletler için de bu aynen geçerli...

Hayat, bir tayftır. Zifiri siyah ile günden beyaz olanın arasında salınır.

Tanık olduğum en saçma yaklaşımlardan biridir şu:

Osmanlı’yı seviyorsan genç Türkiye Cumhuriyeti’nden gocunmalısın veya tam tersi Türkiye Cumhuriyeti’nin aşığıysan Osmanlı’nın adı ve sicili seni bir biçimde rahatsız etmeli!

Akıllara zarar! Böyle saçma bir zihniyet olabilir mi? Ama ne yazık ki ‘var’!

Osmanlı’nın somut ve soyut mirasındaki sayısız muhteşem ayrıntıyı gururla sahiplenmek; ama özellikle duraklama ve çöküş döneminde içine düştüğü yanılgıları komplekse kapılmadan kabullenmek... Bu, ilerleme vaad eden doğru bir yaklaşımdır.

Aynı şekilde; genç Türkiye Cumhuriyeti’nin aştığı medeniyet çıtasını anlayabilmek ve dolayısıyla derin kökler üzerinde simgelediği başta Anayasa’mızla güvence altına alınmış demokrasi, insan hakları ve cumhuriyet rejimi olmak üzere içerdiği tüm değerleri sindirmek; ama kuruluş heyecanını sürdüremeyen, verimliliğini yitiren, darbe üstüne darbe yiyen son 50 yılı açık yüreklilikle eleştirebilmek... Askeri veya sivil bütün sorumluları bulmak ve yıllarca istismar edilen değerleri, istismarcıların elinden kurtarmak. Bu da kesinlikle ilerleme vaad eden doğru bir yaklaşımdır.

Bunları düşünmeye değer buluyorsanız iki bölümlük bu eleştiri söyleşisine buyrunuz:

★★

Efendim mademki Osmanlı İmparatorluğu’nda veya Türkiye Cumhuriyeti’nde yanlış gitmiş birşeyleri eleştirmek insanı Osmanlı veya Türkiye düşmanı yapmıyor -sanırım bunda hemfikir olduk-, o halde aynı musibet başımıza tekrar gelmesin diye, medeniyetimizin 1923 öncesi evresinde yapılmış akla hayale sığmaz yanlışlardan bazılarını hatırlatmakta sakınca görmüyorum. Hem başlığa dikkat ettiyseniz ele alacağım şeyin tek boyutu değil de ‘iki yüzü’ olduğunu zaten bizzat ben beyan ediyorum. Bu yazının ikinci bölümünde Osmanlı’nın sosyal hayatta yer verdiği, muhtemelen dünyanın bir başka yerinde ve bir başka çağda tekrarı yapılamamış bir kültür zenginliğine değineceğim.

Azıcık sabır!

★★

Şimdi birinci bölüm: Akıl almaz gaflar, yanlışlar ve maalesef önlenememiş yozlaşma...

1600’lü yıllarda Osmanlı medresesinde........

© Pusula Gazetesi


Get it on Google Play