Bir konunun ya da sorunun ortaya konulması, bazen, bu yazı dizisinde olduğu gibi, bölümleme yapmayı gerektirebiliyor. Dolayısıyla okuyucunun dikkatini zorlama durumu da söz konusu olabilmektedir. Doğrusu okuyucunun dikkatini zorlamak istemem, bu yüzden okuyucu dostlardan sabır diliyorum.

Daha önceki bilgileri ve açıklamaları göz önünde tutarak, genel olarak Müslüman toplumlar, özel olarak Türk toplumunun günümüzdeki durumu üzerinde irdeleme denemesi yapılmaya çalışılacaktır.

Toplum, bir olgu olarak ele alındığında, doğrudan ilgili bilim olan sosyolojinin bakışı ve ortaya koyduğu verileri göz önünde tutmak yararlı olur, ayrıca zorunludur da. Sosyolojinin toplum hakkında yaptığı tanımların farklılığına rağmen ortak paydası, toplumun bir “ilişkiler yumağı” şeklindeki nitelemesi anlamlıdır. Gerçekten yaşadığı toplumda bir insan, sürekli ilişki içindedir. Bu ilişkiler farklı biçimlerde, değişik görünümlerde gerçekleşirken, bir takım ilkeleri, kuralları, kurumları, değerleri, görevleri, sorumluluk ve yükümlülükleri de hem temsil eder, hem gerçekleştirir. Aileyi oluşturan üyelerin birbirleriyle kurmak ve yaşamak zorunda oldukları ilişkiler, onların konumlarını, görevlerini, sorumluluk ve yükümlülüklerini belli ilkeler, kurallar ve değerler ölçeğinde tanımlar, değerlendirir. Onun için, toplumu anlamada ve kavramada genellikle aile örnek alınmıştır. Bazı düşünür ve bilim adamlarınca toplum olgusu ve devlet kurumu, söz konusu örnek temelinde kurgulanarak bir kuram(teori, nazariye) oluşturulmaya çalışılmıştır ve “Aile Kuramı” şeklinde tanımlanmıştır. Bu kuramın en ünlü savunucusu Platon, bir ölçüde Aristoteles’tir ve büyük ölçüde birçok İslam düşünürü de bu kuramı benimsemiştir. Farklı değişkenleri dikkate alan düşünürler de olmuştur, İbn-i Haldun gibi.

Bilindiği üzere, düşünce (özellikle felsefede) ve bilim alanında kuramların, eleştiriye ve ret ederek yenisinin ortaya konulması, aynı zamanda düşünce ve bilimin vazgeçilmez bir kuralı, bir anlamda geleneğidir. Bu nitelik dikkate alınmadığı takdirde, bir düşünür veya bilim adamınca otaya konulan kuram, eleştiriden, ret etmekten ve karşıt bir kuramın ortaya konulmasından masun tutulmuşsa, farkında olunmadan bir “inanç” ilkesi niteliğine bürünerek, olgunun ve gerçeğin yeniden tanımlanması, değerlendirilmesi ve yorumlanması imkanını da yok edici hale dönüşebilmektedir.

Bu alanda çarpıcı örnek, Ortaçağ Batı dünyasında Papalık, yani Roma Papalığı/Kilisesi olmuştu. Ona göre, oldukça tartışmalı olan, “Yeryüzü Devleti”nin gerçekleştirilmesinde mutlak yetkinin papaya verilmiş olduğu iddiasıydı. İddia edilen bu mutlak yetki, başka yerlerde yaşayan Hıristiyan topluluğunun nasıl bir yönetimle yönetileceğini de belirlemeyi mutlak bir hak olarak görüyordu. Bu iddiaya ilk karşı çıkan Fransız Hıristiyanlığı olacak ve süreç inişli çıkışlı bir yol izleyerek 1789 Fransız Devrimi’ne kadar sürecektir. Rus romancı Dostoyevski, Hıristiyanlık konusunda Bizans ile Roma’nın itizale, derin ayrılığa düşmesini ve Fransa’nın farklı bir yol izlemesini gerçek Hz. İsa Hıristiyanlığından sapma, hatta kopma olarak nitelendirirken, Rus Ortodoksluğunun saf kaldığını ileri sürerek 3. Roma’nın kuruluşunu Moskova Kilisesine verir. Buna bağlı olarak da “İstanbul bizim olmalıdır” şeklinde bir hezeyanda karar kılar.

Tarihi süreçte Müslüman toplumlarda, toplumsal denge, gerçekte İslam’ın ortaya koyduğu temel ilkeler yerine, Muaviye’nin Şam Valiliği sırasında, başta Mısır’daki halkın uygulamaya karşı başlattığı hareketlerle farklı bir yöne evrilecek ve Emevi saltanatı, İslam öncesi toplumsal anlayış doğrultusunda kurulup yerleştirilecektir. Sonraki yüzyıllarda, hatta günümüz Ortadoğu ülkelerinde hala varlığını koruyup sürdüren yönetimler, toplumsal dengeyi bu kurgu üzerinde gerçekleştirmeye devam etmektedirler. Bu dengede, insan ve toplum yoktur, belli bir “kabile” kültüne dayalı imtiyaz sahipleri ve her an şiddete başvuracak acımasız bir “iktidar” erki vardır. Bu iktidar erki kendini var kılan ve yaşamasını güvenceye alan bir şiddet ve güç olarak, toplumsal dengeyi gerçekte imkansız hale getirmektedir. Bu yüzden, Ortadoğu’daki Müslüman toplumlar, insan ve toplum olma olgusu bilincine ulaşamadıkları gibi, düşüncede, sanatta ve bilimde de dikkate değer herhangi bir atılım gerçekleştirememektedirler. Uygarlık yarışında büyük adımlar ve atılımlar gerçekleştirmiş olan Müslüman toplumlar, toplumsal dengeyi sağlayamadığı için, hala ortada duran o yüce iddianın sorumluluğundan uzak bırakılmış haldedirler. Bu sadece Müslüman toplumların değil, insanlığın da kayıp mirası sayılabilir.

QOSHE - Toplumsal Denge İçin-IV - İsmail Kıllıoğlu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Toplumsal Denge İçin-IV

3 0
13.12.2023

Bir konunun ya da sorunun ortaya konulması, bazen, bu yazı dizisinde olduğu gibi, bölümleme yapmayı gerektirebiliyor. Dolayısıyla okuyucunun dikkatini zorlama durumu da söz konusu olabilmektedir. Doğrusu okuyucunun dikkatini zorlamak istemem, bu yüzden okuyucu dostlardan sabır diliyorum.

Daha önceki bilgileri ve açıklamaları göz önünde tutarak, genel olarak Müslüman toplumlar, özel olarak Türk toplumunun günümüzdeki durumu üzerinde irdeleme denemesi yapılmaya çalışılacaktır.

Toplum, bir olgu olarak ele alındığında, doğrudan ilgili bilim olan sosyolojinin bakışı ve ortaya koyduğu verileri göz önünde tutmak yararlı olur, ayrıca zorunludur da. Sosyolojinin toplum hakkında yaptığı tanımların farklılığına rağmen ortak paydası, toplumun bir “ilişkiler yumağı” şeklindeki nitelemesi anlamlıdır. Gerçekten yaşadığı toplumda bir insan, sürekli ilişki içindedir. Bu ilişkiler farklı biçimlerde, değişik görünümlerde gerçekleşirken, bir takım ilkeleri, kuralları, kurumları, değerleri, görevleri, sorumluluk ve yükümlülükleri de hem temsil eder, hem gerçekleştirir. Aileyi oluşturan üyelerin birbirleriyle kurmak ve yaşamak zorunda oldukları ilişkiler, onların konumlarını, görevlerini, sorumluluk ve yükümlülüklerini belli ilkeler, kurallar ve değerler ölçeğinde tanımlar, değerlendirir. Onun için, toplumu anlamada ve kavramada genellikle aile örnek alınmıştır. Bazı düşünür ve bilim adamlarınca toplum olgusu ve devlet kurumu, söz konusu örnek temelinde kurgulanarak bir kuram(teori, nazariye) oluşturulmaya çalışılmıştır ve........

© Milli Gazete


Get it on Google Play