Talk show ekrana geldiği ilk günden beri çok az evrim geçirerek bugünlere geldi. Konukların oturduğu kanepe, sunucunun masası, orkestra ve canlı müzik, coşkulu bir seyirci, açılıştaki mizah içerikli monolog Amerikan talk show’unun değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez unsurları olarak hala ömrünü sürdürüyor.

Amerikan talk-show’unun bölümleri gibi formülü de çok net: biri bir şeyini tanıtmak için bu programa çıkıyor, konuşmak ya da sohbet etmek değil, elinde satacak bir şey varsa o kanepede oturuyor. Sinema filmi, konser, yeni bir albüm, gecenin ilerleyen saatlerinde de kitap vs. Her bir dakikası önceden kurgulanmış, esprilerinden gülüşe kadar planlı bir halkla ilişkiler çalışması talk show. İzleyici de konuk da bunu bilerek ekran başına geçiyor. Halkın Tom Cruise gibi dev isimleri yakından görmesi için nadir fırsatlardan biri talk show, bu yüzden de ölümsüz.

EN İYİ ÖRNEK

Bugün dünyanın en iyi talk show’u ABD’de değil, BBC’de yayınlanıyor ama. Konuklar Graham Norton’ın karşısına da bir şey satmak için çıkıyor. Ama program karşı kıtadaki rakiplerinden farklı olarak herkesi aynı anda ağırlıyor. Taylor Swift’le Eddie Redmayne veya Michael Fassbender’ı aynı kanepede ancak bu programda yakalamak mümkün. İkisinin ortak bir projesi olması gerekmiyor, sadece aynı anda Londra’da bulunmaları yeterli.

Lafı uzatmak pahasına Jonah Hill’le Julie Andrews’un Norton’ın karşısındaki muhabbetinden bahsetmek isterim: Graham Norton bir ara “Siz Dame Julie, kocanızın ‘S.O.B’ adlı filminde üstsüz gözükmüştünüz,” diye soruya girerken Jonah Hill şaşkınlıkla “Koca mı?” diye lafa dalıyor. “Blake Edwards mı? Ne büyük bir efsane, yoksa siz evli miydiniz? Oh my god!” Andrews da “O harika adamla tam 42 yıl evli kaldım,” diyor.

Televizyonda böylesi samimi, spontane anları yakalamak herkese nasip olmuyor. Ama Graham Norton’da böyle yüzlercesi var. Bir keresinde Robbie Williams çocuklarının doğumunu izlemek için hastane odasına girdiğini anlatırken gördüğü manzaranın “En sevdiği pub’ın yanıp yerle bir olmasını andırdığını,” söylüyor. Yanındaki Emma Thompson kendini tutamıyor, kahkaha krizine giriyor. Programın en eğlenceli kısımlarından biri Amerika’nın en büyük star’larıyla şöhreti sadece İngiltere’yle sınırlı isimlerin yan yana gelmeleri. Yanındaki isterse İngiltere’nin en büyük komedyeni olsun, hemen her örnekte Amerikalı konuk onu asla tanımıyor.

Şöhretlerin kasılmamaları, mümkün olduğu kadar olduğu gibi davranmaları Norton’ın yarattığı rahat ortam sayesinde. Bizim televizyonlarımızda da Amerika’da olmayan bir silahı daha var Norton’ın: Konuklar içiyor. Kuliste her bir konuğun ağız tadına göre kokteyl yapılmasından kayıttan önce ve sonrasında da içildiği varsayılabilir.

İyi konuşturan biri sunucu olmasa konuğu istediğiniz kadar içirin ama, ağzından söz alamazsınız. Norton konuşturmasını biliyor, çünkü aynı zamanda dinlemesini biliyor. Televizyon sunucularının en büyük zaafı karşısındakini dinlememek, sadece sözünün bitmesini beklemek ve bir sonraki soruyu sormak için fırsat kollamaktır.

OKAN BAYÜLGEN VE BEN

Bizim televizyonlarımızda Okan Bayülgen’in en büyük büyüsü ama aynı zamanda da en büyük engeli karşısındakini dinlememesi, durmaksızın konuşmasıydı. Daha ilk ekrana çıktığı günden beri karşısındakinin söylediklerine tahammülü olmayan, telefonla katılan boş konuşan izleyiciyi “uçuran” Bayülgen yıllar içinde aynı muameleyi konuklarına da yaptı. Kendi fikirlerinin her zaman karşısındakilerinkinden daha kıymetli olduğunu düşündüğünden programlarında kimseye kendini ifade etme imkanı sunmadı. Bir süreliğine bu durum eğlenceliydi, hakikaten de onun söyleyecekleri pek çok kişiden daha ilginçti.

Şimdi ara ara programından bölümler önüme geliyor ve eski alışkanlıklarının hiç değişmediğini görüyorum. Ara ara ilgimi çeken bir konuğu oluyor, izlemeye başlıyorum ama daha onuncu saniyede Bayülgen’in çenesi düşüyor. İşin kötüsü kendi fikirleri çoğu zaman artık konuğunun söyleyeceklerinden daha ilginç değil. Karşısındakinin lafı ağzına tıkadıkça bayram yemeğindeki huysuz ihtiyar akrabaya giderek biraz daha benziyor. E yaşlandı da.

Aslında epey bir zaman önce benim de talk show yapmak için yola çıkarken hedefim televizyon ekranında insanlara konuşabilecekleri, bizim de onları dinleyebileceğimiz bir ortam sunmanın mümkün olup olmadığını görmekti. Talk show’lar geleneksel olarak komedyenler tarafından sunulur, amacı da televizyonun asıl işlevi olan eğlenceye katkıda bulunmaktır. Ben komedyen değilim, komik bile değilim ama meraklı biriyim; herkesin anlatacak bir hikayesi olduğunu düşünüyorum.

Tabii ki istediğimi yapamadım. Belki o zamanlar aklımdakini uygulamak için yeteri kadar kararlı değildim, belki de fikir tam oturmamıştı. Ama rating baskısı, yapımcının yetersizliği, kanal içi oyunlar da etkili oldu ve program bitti. O dönemden ilginç bir not: programın editörlerinden biri bugün Ekrem İmamoğlu’nun bir numaralı adamı olan Murat Ongun’du; hatta onu getiren yapımcı sonradan “Pek parıltısı yokmuş,” demişti. Ben ise televizyon dünyasındaki tipik sahtekarlıktan nasibimi aldım; beni istemediğimi yapmaya zorlayan yapımcı bir de dört-beş programların paramın üzerine kondu.

Aslında aklımdakini hayata geçirmeye en fazla yaklaştığım an Latife Tekin’le yaptığım belki 10 dakikalık sohbetti, ama gecenin 2:00’siydi ve galiba sadece ikimiz ayaktaydık. Program sürseydi de televizyonda böylesi sohbetleri yapabilmek mümkün olacak mıydı, televizyon izleyicisi ilgilenecek miydi emin değilim.

EN İLGİNÇ YENİ PROGRAM

Talk show kendi tatsız tecrübemden sonra da üzerinde pek düşünmediğim bir televizyon programı türü oldu. Ta ki birkaç hafta öncesine kadar.

Dikkatli televizyon izleyicileri dijital platformların dizi ve film konusunda çok başarılı olduklarını ama yarışma, özellikle de talk show’da çuvalladıklarının farkındadır. Bugüne kadar David Letterman’ın çok büyük bir konukla birebir konuştuğu Netflix’teki programı dışında tutan benzer bir yapım olmadı. Denendi, denendi ama karşılığını bulmadığı için yayından kaldırıldı. Talk show hala ana akım televizyonların tekelinde.

Yenilen pehlivan güreşe doymaz misali Netflix geçtiğimiz haftalarda yeni bir talk-show daha yayına soktu. Televizyonculuk sabır ve inat gerektirir, izleyicinin önüne sunulana alışacağı beklenir. O yüzden Netflix’in de dijital platformlarda tutacak talk-show format’ı arayışı çok önemli.

Bu sefer talk-show’u bir aşçı sunuyor. New York’ta açtığı küçük lokantası Momofuku’dan sonra uluslararası şöhrete dönüşen, farklı şehirlerde farklı lokantalar açan David Chang çoktandır mutfakta değil. Kitap yazdı, televizyon programları çekti, dergi çıkardı. Son olarak da Netflix’te “Dinner Time” adlı programı sunuyor. Diğer Netflix içeriklerinden farklı olarak program her Salı canlı yayınlanıyor.

Kaç kişi canlı izliyor bilmiyorum, çünkü Netflix ekran başında programı bekleme alışkanlığımızı da yerle bir etti. O yüzden Chang’in “canlı” programını ben bile banttan izliyorum. Ve bu deneyin nasıl sonuçlanacağını merak ediyorum.

Bir yandan da kıskanıyorum, çünkü Chang benim de çok uzun zamandır yapmak istediğim nasıl olması gerektiğini bir türlü bulamadığım bir program türünün şifresini çözmüş. “Dinner Time” yemekli bir talk show ama ne bildiğimiz talk show’lara benziyor, ne de yemek programlarına. Profesyonel bir aşçı olmasına rağmen Chang sürekli mutfakta hata yapıyor mesela. Yemekleri yakıyor, tam kızartamıyor, tutturamıyor ve konuklarına öylece sunuyor. Hatalarıyla kendisi de dalga geçiyor, hatta bunu televizyon programlarında mükemmel manikürlenmiş yemek programlarına inat yapıyor.

Bu hafta Pizza Hut’tan hazır pizza sipariş verdi. Tatlıyı yaktığı için Krispy Kreme’in donut’larını tavada ısıttı, üzerine hazır dondurma koyarak sundu. Bu bir saatlik programı izleyip tek bir yemek tarifi öğrenmek mümkün değil. Hatta teknik kapmak bile zor, çünkü Chang’in amacı mutfak sanatını öğretmek değil.

EV MUHABBETİ

“Dinner Time” aslında kendisi de büyük bir şöhrete ulaşan Chang’in başka şöhretli arkadaşlarıyla ettiği bir saatlik muhabbet. O an evde de olabilirler, zaten belli ki sık sık görüşüp yemek yiyorlar. Sadece bu sefer stüdyodalar ama aynı evdeki gibi bir muhabbet dönüyor. Hiç kimse birbiriyle alıştığımız manada sohbet etmiyor. Ortada ciddi ya da gayriciddi bir soru yok. Kimse bir şey satmak için orada değil; belli ki arkadaşlarının ricasıyla gelmişler.

Arada televizyon yayıncılığında olmaması gereken bir-iki saniyelik sessizlik bile oluyor. Çünkü bazen herkes aynı anda yemek yiyor. Ya da ev ortamında arada muhabbet durur ya, Chang’in programında öyle sessizlikler oluyor. Chang de profesyonel bir televizyon sunucusu olmadığı için muhabbeti uzatmak için özel bir çaba sarf etmiyor. Dahası, yemek yaparken konuşmanın zor olduğunu da itiraf ediyor. Ama bir şekilde programı keşfettiğimden beri merakla bekliyorum, çünkü ekrandaki samimiyet bana da işliyor.

Program, birçok başka talk show gibi, konukların ağırlığı ve karizmasına dayanıyor. Merak ettiğim ve bildiğim isimler varsa daha fazla keyif alıyorum doğal olarak. İki yakın arkadaş olan John Mulaney ve Nick Kroll’lu program çok eğlenceliydi. Steven Yeun ve Rashida Jones’un konuk olduğu program bildiğimiz talk show formatına daha yakındı; iki konuk birbirini tanıyor ama en yakın arkadaş değiller. Seth Rogen ve Ike Barinholtz’un geçmişten gelen dostluğu olduğu için bol bol kendi aralarında muhabbet ettiler, konuşmaları bastıracak kadar çok kahkaha attılar.

Bütün bunlar olurken Chang, izleyen bir arkadaşımın dehşet içinde belirttiği gibi, elindeki bezle önündeki tezgahı siliyor, çıplak elleriyle etleri mıncıklıyor, aynı bezle elini kurutuyor, tencerede karıştırdığı kaşıkla yemeğin tadına bakıyor. Hijyen takıntılı mideleri kaldıracağına eminim ama evde ve profesyonel mutfakta yemek böyle pişirilir.

Kamera karşısında yemek yerken görünmemeye özen gösteren ünlülerse Chang’in sunduklarını hapur hupur yiyorlar. Rashida Jones bir ara “Toplam ne kadar tereyağı yedireceksin bize, bilelim de,” diyor ama genel olarak hiç kimsenin bu stüdyoda imaj kaygısı yok gibi duruyor.

Programın en büyük sırrı da stüdyoda çekilmesine rağmen ev ortamını yansıtması. Ne kadar sürer, David Chang’in kaç tane daha süperstar arkadaşı var, Netflix ne kadar tahammül eder bilmiyorum. Ama ben alıcısıyım. Bu program tutarsa televizyon tarihinde belki de ilk kez talk show’a dair bütün ezberler yerle bir olacak.

QOSHE - Talk show nasıl olmalı - Oray Eğin
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Talk show nasıl olmalı

81 0
22.02.2024

Talk show ekrana geldiği ilk günden beri çok az evrim geçirerek bugünlere geldi. Konukların oturduğu kanepe, sunucunun masası, orkestra ve canlı müzik, coşkulu bir seyirci, açılıştaki mizah içerikli monolog Amerikan talk show’unun değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez unsurları olarak hala ömrünü sürdürüyor.

Amerikan talk-show’unun bölümleri gibi formülü de çok net: biri bir şeyini tanıtmak için bu programa çıkıyor, konuşmak ya da sohbet etmek değil, elinde satacak bir şey varsa o kanepede oturuyor. Sinema filmi, konser, yeni bir albüm, gecenin ilerleyen saatlerinde de kitap vs. Her bir dakikası önceden kurgulanmış, esprilerinden gülüşe kadar planlı bir halkla ilişkiler çalışması talk show. İzleyici de konuk da bunu bilerek ekran başına geçiyor. Halkın Tom Cruise gibi dev isimleri yakından görmesi için nadir fırsatlardan biri talk show, bu yüzden de ölümsüz.

EN İYİ ÖRNEK

Bugün dünyanın en iyi talk show’u ABD’de değil, BBC’de yayınlanıyor ama. Konuklar Graham Norton’ın karşısına da bir şey satmak için çıkıyor. Ama program karşı kıtadaki rakiplerinden farklı olarak herkesi aynı anda ağırlıyor. Taylor Swift’le Eddie Redmayne veya Michael Fassbender’ı aynı kanepede ancak bu programda yakalamak mümkün. İkisinin ortak bir projesi olması gerekmiyor, sadece aynı anda Londra’da bulunmaları yeterli.

Lafı uzatmak pahasına Jonah Hill’le Julie Andrews’un Norton’ın karşısındaki muhabbetinden bahsetmek isterim: Graham Norton bir ara “Siz Dame Julie, kocanızın ‘S.O.B’ adlı filminde üstsüz gözükmüştünüz,” diye soruya girerken Jonah Hill şaşkınlıkla “Koca mı?” diye lafa dalıyor. “Blake Edwards mı? Ne büyük bir efsane, yoksa siz evli miydiniz? Oh my god!” Andrews da “O harika adamla tam 42 yıl evli kaldım,” diyor.

Televizyonda böylesi samimi, spontane anları yakalamak herkese nasip olmuyor. Ama Graham Norton’da böyle yüzlercesi var. Bir keresinde Robbie Williams çocuklarının doğumunu izlemek için hastane odasına girdiğini anlatırken gördüğü manzaranın “En sevdiği pub’ın yanıp yerle bir olmasını andırdığını,” söylüyor. Yanındaki Emma Thompson kendini tutamıyor, kahkaha krizine giriyor. Programın en eğlenceli kısımlarından biri Amerika’nın en büyük star’larıyla şöhreti sadece İngiltere’yle sınırlı isimlerin yan yana gelmeleri. Yanındaki isterse İngiltere’nin en büyük komedyeni olsun, hemen her örnekte Amerikalı konuk onu asla tanımıyor.

Şöhretlerin kasılmamaları, mümkün olduğu kadar olduğu gibi davranmaları Norton’ın yarattığı rahat ortam sayesinde. Bizim televizyonlarımızda da Amerika’da olmayan bir silahı daha var Norton’ın: Konuklar içiyor. Kuliste her bir konuğun ağız tadına göre kokteyl yapılmasından kayıttan önce ve sonrasında da içildiği varsayılabilir.

İyi konuşturan biri sunucu olmasa konuğu istediğiniz kadar içirin ama, ağzından söz alamazsınız. Norton konuşturmasını biliyor, çünkü aynı zamanda dinlemesini biliyor. Televizyon sunucularının en büyük zaafı karşısındakini dinlememek, sadece sözünün bitmesini beklemek ve bir sonraki soruyu sormak için fırsat kollamaktır.

OKAN BAYÜLGEN VE BEN

Bizim televizyonlarımızda Okan Bayülgen’in en büyük büyüsü ama aynı zamanda da en büyük engeli karşısındakini dinlememesi, durmaksızın konuşmasıydı. Daha ilk ekrana çıktığı günden beri karşısındakinin söylediklerine tahammülü olmayan, telefonla katılan boş konuşan izleyiciyi “uçuran” Bayülgen yıllar içinde........

© Habertürk


Get it on Google Play