Kendisi de epey varlıklı bir reklamcı tanıdığım bana yazları California’nın Venice şehrinde hep aynı evi kiraladıklarını, Cem Mirap’la birlikte her sene, kendi deyimiyle “iki aile,” aynı dönemde birlikte tatil yaptıklarını anlatıyordu. Bu son derece sıradan bilginin aklımda kalmasının tek nedeni Cem Mirap’tan bahsederken gözünün parlaması, “iki aile” birlikte tatil yapıyor olmalarının kazandığı bir ayrıcalık olduğuna inanmasıydı. Epey bir süre önce kendisi de şöhretli olan bir gazeteci de bana bir gazete yayın yönetmeniyle arkadaş olduklarını, hatta düzenli olarak “ailece görüşmeye başladıklarını” söylemişti aynı heyecan ve gururla.

“Malibu Hosue’a Türkiye’den bir tek Cem Mirap üye olabildi,” diyeni de duydum. “Çok kişiyi devreye soktu, bir tek onu kabul ettiler.” Tüh, Soho House’ların ayrı üyelikle girilen Malibu şubesindeki “ilk Türk”le içeride hiç karşılaşmadım; görseydim belki ben de aura’sından etkilenir ve “Biliyor musunuz dün ne oldu, Cem Mirap’la karşılaştım ve benimle sohbet etti,” diye heyecanlanabilirdim.

Bu lafları duydukça aynı Cem Mirap’tan mı bahsediyorlar diye aklımdan geçiyor. Sahiden, ne zaman böyle birine dönüştü?

BAŞARININ ADIYMIŞ

Cem Mirap’ın kendi sitesinden, dijital medyada karakter sınırı olmamasının verdiği rahatlıkla geniş bir alıntı yapmak isterim:

“Restoran ve işletmeciliği alanında müthiş bir rekabet mevcut. Bu rekabetin seyrini değiştiren girişimleri ile adından söz ettiren Mirap ise tam anlamıyla bir başarı öyküsü.”

“Cem Mirap, Mirap’ın kurucusu, 1974 yılı doğumlu işletmeci, bu hikayenin baş kahramanı.”

“Şu an itibari ile ünü ülke sınırlarını aşmış ve dünya genelinde meşhur olan 4 ayrı işletmenin sahibi olan ünlü isim, aynı zamanda başarı yolculuğunda her adımı doğru kurgulamış bir isim.”

“Cem Mirap’ın kurucusu, işletmecisi ve sahibi olduğu 4 ayrı işletmenin her biri ayrı bir başarı hikayesine sahip.”

“Dört markasının her birinde başarıyı yakalamış olan Mirap, sadece yeni açtığı işletmeler ile değil, işletmelerin her birinde meydana getirdiği inovatif hamleleri, farklı konseptleri ve elbette gelişime duyduğu inancıyla dünyaca ünlü bir marka olmayı sonuna kadar hak ediyor.”

Biraz daha “isim” ve “başarı” kelimelerini duymak istiyorsanız yazının tamamını okumanızı tavsiye ederim. Bu berbat metni Venice’te reklamcı arkadaşıyla mı yazdılar acaba? Aynı yazının içinde “He made a world tour,” gibi gülünç ifadeler yer alan İngilizcesi de var, Mirap’ın “global” web sitesinde. İşin kötüsü, kendi kendini övse de Mirap gerçekten başarılı. Hatta son 20 yılda belki de İstanbul’daki en büyük başarı hikayesi. Ve, evet, buna Ekrem İmamoğlu da dahil. Çünkü o bile beş yıldır var, oysa Mirap tam 20 yıldır bu şehrin kralı.

Cem Mirap kim mi?

Demek ki o çevrelerde, onun güneş ışığının yüzünüze düşüp parlattığı insanlardan biri değilsiniz. Bu soruyu soruyorsanız hiçbir zaman onunla “iki aile” çıktığınız seyahatte Malibu House’da bir avokadoyu ortadan kıramayacaksınız. Bu absürt soruyu “somebody” olamamış bir “nobody” sorabilir ancak; Cem Mirap’ınsa herhangi biriyle zaten işi olmaz. Çünkü o 20 yıldır hayatını biri olanların arasında geçiriyor, böyle böyle kendisi de çok önemli birine dönüştü.

İSTANBUL’U DEĞİŞTİRDİ

İşin ironik tarafı 20 yıl önce Cem Mirap da bir “nobody”di. Hiç kimsenin adını bilmediği, İstanbul’da şeceresi olmayan, 20 yıl önce babasının kendisine oyalansın diye aldığı Bebek’teki eski banka şubesinden önce ne yaptığı bilinmeyen biriydi. Bebek birkaç esnafın ötesinde ekonominin dönmediği, hayatın sakin aktığı bir İstanbul köyüydü. Sonra bir gün Cem Mirap’ın babası oğluna o dükkanı aldı ve bir daha hiçbir şey aynı olmadı. Ne Bebek… Ne de İstanbul.

Bu sene 20. yılını kutlayan Lucca, ya da resmi adıyla Lucca Style, sadece İstanbul’un artık klasikleşmiş bir mekanı değil, aynı zamanda son yıllardaki kentsel dönüşümün de en önemli simgelerinden biri. Lucca’dan sonra hiçbir şey aynı kalmadı. Özellikle de her yere el atılabileceği, dokunulmamış tek bir semt bırakılmayacağı, İstanbul’da hiçbir yerin karakterini korumanın işletmeciliğin önüne geçemeyeceğinin kanıtı olarak model oldu.

Kendine has bir semt olan Bebek böylece kaosun, trafiğin, şöhretlerin ve onların peşinden gelenlerin, paparazzi’nin, silah seslerinin, gürültünün adresi oldu. Lucca’nın açılmasıyla, onun peşinden gelen başka mekanlarla birlikte semtte onarılmaz hasarlar açıldı. Bebek kimliğini, karakterini kaybetti.

Cem Mirap daha önce bu sektörde hiçbir tecrübesi olmamasına, bütün arkadaşlarının uyarısına rağmen Lucca’yı açarken tutacağını öngörmüş; belli ki böyle bir vizyoner içgüdüsü var. Açtığı mekanın böylesi bir kentsel kaosun öncüsü olabileceğini düşünüyor muydu, emin değilim. Karlılığı ön planda tutmayı düşünen iş insanların topluma karşı daha büyük bir sorumluğu olduğu kapitalizme pek bağdaşmıyor. Mirap’ın da bir suçluluk duygusu olmadığı ortada.

O çok iyi içki, ortalamanın üstünde bir yemek sundu. Stéphane Pompougnac da dahil en iyi DJ’leri getirdi, insanların birbirini tanıdığı, kaynaştığı, gerektiğinde avlandığı, iş bağladığı, müdavimi olduğu bir mekan yarattı. Bir zamanlar başka şube açmam dediği halde genişledi. Bir AVM lokantası açtı. Lucca’yı Bodrum’a taşıdı ve bir gay beach bile açtı. Daha doğrusu açtığı plajın o kadar çok gay müşterisi var ki, böyle niyetle açılmasa bile buna dönüştü. Topluma karşı katkısını yaptığını düşünüyor.

20 yılda Lucca’da pek az şey değişti. Dekorasyon, yüksek sesli müzik, hamburgerden suşiye her telden çalan bir mönü, DJ performansları, tuvalet kuyruğu, mutfak kapısından çaktırmadan sızıp personel tuvaletine girmek, satsuma votka hep aynı… Müdavimler de. Ve mutfağın istikrarsızlığı da. Bir gün dünyanın en güzel ıstakozlu makarnasını yiyorsunuz, tam 24 saat sonra dünyanın en kötü ıstakozlu makarnası geliyor önünüze. Üstelik Lucca aslen bir buluşma yeri, bir bar olmasına rağmen yemeğiyle meşhur. 20 yıldır aşçıların izin gününü hesap ederek gitmek gerekiyor.

Değişen şeyler de oldu tabii. Bir kere, dediğim gibi, Mirap öncelikle “someobody” oldu. Sadece Lucca’yla kalmadı, lüks lokantalardan paket servisini başlatan Fuudy uygulamasını kurdu. Lucca’nın Bebek’te yol açtığı öngörülemeyen sonuçlar gibi, Fuudy de İstanbul’daki mobed’li kurye terörünü biraz daha artırdı.

New York’ta çocukları oldu, kayınpederi bir ara Birlemiş Milletler Genel Kurulu Başkanlığı yaptı. Lucca müşterilerinden bazıları battı, müdavimi olan medya ünlülerinin adları unutuldu, birkaç kere de mekanın önünde silahlar patladı. El değiştiren paranın sahipleri da Lucca’ya geldi ve bir zamanlar çok seçici kapı politikası uygulayan Mirap bu insanları reddedemedi. Bir keresinde Lucca’da Pazar kahvaltısı sırasında masada çocuğunun bezini bakıcısına değiştiren bir yeni zengin gördüm mesela. Çoktandır ilk günlerdeki o kulüp havası yok.

ŞİMDİKİ YOL HARİTASI

Herhangi bir 20. yıldönümü muhasebe yapmak için mükemmel bir fırsat. Lucca büyük bir başarı öyküsü olsa da son 20 yılda çarpık şehirciliğin, plansız kentleşmenin önemli simgelerinden biri olarak da orada duruyor. Lucca olmasaydı bugün Bebek bu halde olmazdı. En azından Arap turiste hitap eden ve yaz akşamları terasında Ortadoğu türküleri çalan Chilai diye bir mekan semt sakinlerine gürültü terörü estirmezdi. Veya Bebek gibi sakin bir semtte silahlar patlamazdı. Hepimizin tercihlerinin görünür ve görünmez sonuçları var.

Burada tek sorumluluk Mirap’ın değil. Kentlerde “zoning” (bölgelendirme) uygulayamayan, üstünde apartman dairelerinin olduğu ve eskiden bir banka şubesi olarak faaliyet gösteren dükkanın lokanta-bar olabileceğini düşünüp ruhsat veren yerel yönetim, kaosun, trafiğin artmasına seyirci kalmaya da devam etti. Kim bilir, belki de babası parayı başka yerde değerlendirip oğluna bu dükkanı almasa böylesi bir kentsel dönüşümü de tartışmıyor olurduk. “Ama Bebek’in ekonomisi canlanıyor,” diye yazan basının sorumluluğu yok mu? E ne oldu şimdi? Lucca’nın müdavi olan basının büyükbaşlarının şimdi birçoğu işsiz.

Lucca’nın Bebek’e yaşattığı negatif etkinin bir benzeri Yeniköy’de yaşanıyor bugünlerde, ama orası nispeten uzak olduğu için dönüşüm daha ağır ilerliyor. Bir semtin, bir kentin gözümüzün önünde karakterini kaybetmesine seyirci kalan İstanbulluların sorumluluğu yok mu? Israrla buraya gitmeyi sürdüren ve bundan sonra da gitmeyi düşünen benim gibi müşterilerin de bu dönüşümdeki katkıları adisyonlarda yazılı.

Cem Mirap mesela Lucca’yı 20. yılında kapatsa ve o dükkanı ibret olarak, biraz da İstanbul’un düştüğü durumda kendi sorumluluğunun günahını çıkartmak için boş tutsa ne olur? Bunu yapabilecek kadar parası var, çocuklarla Malibu’da yaz altı ay. Alaçatı’yı parlatıp rezil bir yere dönüştüğünü görenler arkalarına bakmadan kaçtı mesela.

Ama bu karakterde biri değil. Hatta kendisinin toplumun iyiliğine yönelik bir sorumluluğu olduğuna inanmadığına da eminim. Manifesto’sunda da belirttiği gibi daha da büyümeyi, daha da ünlenmeyi, daha da başarılı olmayı doğal bir hak olarak görüyor. Başarmakla kafayı bozduğu için Lucca’yı kapatmak ona kendi isteğiyle de olsa, 20 sene sonra bile başarısızlık gibi gelir; zirvede bırakmayı da anlayamaz.

Hadi diyelim yaptı… Buna rağmen ne olur?

Kapattığıyla kalır. Çünkü Türkiye insanların ibret aldığı, eserlerinden utandığı, günah çıkardığı, tövbe ettiği, bir daha yapmadığı bir ülke değil. Lucca kapanır, bir süre sonra çok daha kötüsü, çok daha beteri gelir ve yerine yerleşir. O yüzden şimdi süpermarketten alınan lavaşın içinde fazla pişirilmekten kurumuş ördeğin olduğu mini dürüm ya da Lucca’nın tabiriyle “roll” ve yanında Bodrum mandalinalı votkamı sipariş verebilirim. Sanırım, aşçı bugün izinli.

Yıldızsız

Servis

Hemen hemen hiç aksamıyor ama kalabalık saatlerde tanıdık biri olmanız, tanıdık birinin masasında oturmanız ya da çalışanlardan birini tanımanız lehinize. 20 yıldır açık olan bir mekanda ilk günlerde kalma çalışanlar var, dolayısıyla servisin ritmi de buna göre belirleniyor. Ama hemen hemen herkes memnun. Tabii ki kapıyı aşabilirseniz. Lucca’nın ilk günden beri aşılması zor bouncer’ları var, tanımadıkları kimseyi almıyorlar. Mekan bomboşken bile.

Öne çıkan yemekler

Mönüde açıldığı günden beri yer alan bazı yemekler var: ördek dürüm, ördekli papardelle gibi. 2004 yılında İstanbul’da Dragon dışında ördek bulmak mümkün değildi, o yüzden Lucca’nınki büyük bir yenilikti. Zamanla mönü genişledi ama belli bir yöne doğru değil, ne aklına gelirse eklemeye başladı. Deniz ürünlü makarna—gününe göre—çok iyi olabiliyor, Cafe de Paris bonfile de. Bir ara mini hamburgerler vardı ve olağanüstü. Saşimi konusunda da hafife almamak gerekiyor. Taco ve pizzetta kötü; birinde lavaş hazır alınmış ya da da ona yakın fabrikasyon bir tattaydı, diğerinde hamuru pişmemişti. Aşağı yukarı her yemeğin belli bir standardın üstünde olduğu bir mekanda şaşırtıcı. Yemek kalitesi gününe göre değişiyor. Bir de sipariş vermeniz için İngilizce bilmeniz gerekiyor, çünkü Lucca’da her şey İngilizce.

Fiyat

Pahalı ama İstanbul’daki birçok pahalı yerden daha ucuz. Hesap ödediğinizde, evet, pahalı geliyor ama kazıklanmadığınızı düşünüyorsunuz.

Açık

Pazartesi 12:00-02:00, diğer günler 10:00-02:00 arası açık.

Rezervasyon

WhatsApp üzerinden rezervasyon yapmanız mümkün. Eskiden sizi tanımıyorlarsa rezervasyonunu da almıyorlardı, o yüzden yer bulabileceğinizi düşünmeyin.

Yıldız tablosu

Yıldızlar sıfırdan dörde kadar. New York Times’dan esinlenilen değerlendirmeye göre sıfır kötü, vasat ya da tatminkar. Bir yıldız iyi, iki yıldız çok iyi, üç yıldız muhteşem, dört yıldız ise olağanüstü.

QOSHE - Lucca'nın 20 yıllık bilançosu - Oray Eğin
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Lucca'nın 20 yıllık bilançosu

69 11
18.02.2024

Kendisi de epey varlıklı bir reklamcı tanıdığım bana yazları California’nın Venice şehrinde hep aynı evi kiraladıklarını, Cem Mirap’la birlikte her sene, kendi deyimiyle “iki aile,” aynı dönemde birlikte tatil yaptıklarını anlatıyordu. Bu son derece sıradan bilginin aklımda kalmasının tek nedeni Cem Mirap’tan bahsederken gözünün parlaması, “iki aile” birlikte tatil yapıyor olmalarının kazandığı bir ayrıcalık olduğuna inanmasıydı. Epey bir süre önce kendisi de şöhretli olan bir gazeteci de bana bir gazete yayın yönetmeniyle arkadaş olduklarını, hatta düzenli olarak “ailece görüşmeye başladıklarını” söylemişti aynı heyecan ve gururla.

“Malibu Hosue’a Türkiye’den bir tek Cem Mirap üye olabildi,” diyeni de duydum. “Çok kişiyi devreye soktu, bir tek onu kabul ettiler.” Tüh, Soho House’ların ayrı üyelikle girilen Malibu şubesindeki “ilk Türk”le içeride hiç karşılaşmadım; görseydim belki ben de aura’sından etkilenir ve “Biliyor musunuz dün ne oldu, Cem Mirap’la karşılaştım ve benimle sohbet etti,” diye heyecanlanabilirdim.

Bu lafları duydukça aynı Cem Mirap’tan mı bahsediyorlar diye aklımdan geçiyor. Sahiden, ne zaman böyle birine dönüştü?

BAŞARININ ADIYMIŞ

Cem Mirap’ın kendi sitesinden, dijital medyada karakter sınırı olmamasının verdiği rahatlıkla geniş bir alıntı yapmak isterim:

“Restoran ve işletmeciliği alanında müthiş bir rekabet mevcut. Bu rekabetin seyrini değiştiren girişimleri ile adından söz ettiren Mirap ise tam anlamıyla bir başarı öyküsü.”

“Cem Mirap, Mirap’ın kurucusu, 1974 yılı doğumlu işletmeci, bu hikayenin baş kahramanı.”

“Şu an itibari ile ünü ülke sınırlarını aşmış ve dünya genelinde meşhur olan 4 ayrı işletmenin sahibi olan ünlü isim, aynı zamanda başarı yolculuğunda her adımı doğru kurgulamış bir isim.”

“Cem Mirap’ın kurucusu, işletmecisi ve sahibi olduğu 4 ayrı işletmenin her biri ayrı bir başarı hikayesine sahip.”

“Dört markasının her birinde başarıyı yakalamış olan Mirap, sadece yeni açtığı işletmeler ile değil, işletmelerin her birinde meydana getirdiği inovatif hamleleri, farklı konseptleri ve elbette gelişime duyduğu inancıyla dünyaca ünlü bir marka olmayı sonuna kadar hak ediyor.”

Biraz daha “isim” ve “başarı” kelimelerini duymak istiyorsanız yazının tamamını okumanızı tavsiye ederim. Bu berbat metni Venice’te reklamcı arkadaşıyla mı yazdılar acaba? Aynı yazının içinde “He made a world tour,” gibi gülünç ifadeler yer alan İngilizcesi de var, Mirap’ın “global” web sitesinde. İşin kötüsü, kendi kendini övse de Mirap gerçekten başarılı. Hatta son 20 yılda belki de İstanbul’daki en büyük başarı hikayesi. Ve, evet, buna Ekrem İmamoğlu da dahil. Çünkü o bile beş yıldır var, oysa Mirap tam 20 yıldır bu şehrin kralı.

Cem Mirap kim mi?

Demek ki o çevrelerde, onun güneş ışığının yüzünüze düşüp parlattığı insanlardan biri değilsiniz. Bu soruyu soruyorsanız hiçbir zaman onunla “iki aile” çıktığınız seyahatte Malibu House’da bir avokadoyu ortadan kıramayacaksınız. Bu absürt soruyu “somebody” olamamış bir “nobody” sorabilir ancak; Cem Mirap’ınsa herhangi biriyle zaten işi olmaz. Çünkü o 20 yıldır hayatını biri olanların arasında geçiriyor, böyle böyle kendisi de çok önemli birine dönüştü.

İSTANBUL’U DEĞİŞTİRDİ

İşin ironik tarafı 20 yıl önce Cem Mirap da bir “nobody”di. Hiç kimsenin adını bilmediği, İstanbul’da şeceresi olmayan, 20 yıl önce babasının kendisine oyalansın diye aldığı Bebek’teki eski banka şubesinden önce ne yaptığı bilinmeyen biriydi. Bebek birkaç esnafın ötesinde ekonominin dönmediği, hayatın sakin aktığı bir İstanbul köyüydü. Sonra bir gün Cem Mirap’ın babası oğluna o dükkanı aldı ve bir daha hiçbir şey aynı olmadı. Ne Bebek… Ne de İstanbul.

Bu sene 20. yılını........

© Habertürk


Get it on Google Play