Çok uzak olmayan bir geçmişte, İstanbul hakkında Batı basınında yazılar çıkmaya başladığında şehre Avrupa’dan muazzam bir turist akını vardı. Biraz aşağılık kompleksinden, biraz da alışık olmadığımız için bu turistleri çok önemsedik, el üstünde tuttuk. En azından ben ve arkadaşlarım. Birkaç tanesi benim bile evimde kaldı; arkadaşımın arkadaşları, İstanbul’da kalacak yer arıyorlarmış, serde Türk misafirperverliği de var tabii, evlerimiz de geniş, misafir odalarımız var, buyur ettik. İsrail’den Fransa’ya yerleşen gay edebi çift İstanbul seyahatlerinde taksicilerle yaşadığı erotik maceralardan çok memnun kalarak ayrıldılar. Portekizli filmci evdeki DVD koleksiyonumu görüp kendi malıymış gibi kullanmakta hiç tereddüt etmedi.

Birkaçıyla Asmalımescit’te artık olmayan barlarda tanışıldı. Bir gece kaldıkları oteli kaybeden Alman gençleri ezberden daha önce hiç bilmediğimiz Hotel Pelikan’a götürdük. Google Maps öncesi dönemdi, Hotel Pelikan’ın ne olduğunu ilk kez onlardan duymuştuk ama elimizle koymuş gibi bulduk. Yakup’un karşısındaymış, herhalde bir akşam otururken bilinçaltımıza işlenmiş.

O dönemin İstanbullu gençlerinin coşkuyla ağırladığı bu Avrupalı turistlerin çirkin yüzü de kendini bir süre sonra belli etmeye başladı. Adeta birbirini tekrar eden bir desen gibi hemen hiçbiri ne yaparsak yapalım memnun olmuyordu. İçki ısmarlıyoruz, yemeğe götürüyoruz, hesap ödetmiyoruz, yine de şikayet ediyorlar. Suratlarında hep bir tatminsizlik ifadesi. Sanırım hepsi Türkiye’yi küçümsüyor, kendilerinin daha üstün olduğunu belli etmeye çalışıyordu.

UCUZ TURİSTLER

En son bir akşam Ortaköy’de bir mantı gecesinde patladım. Yanımda dönemin çok ünlü bir kadın köşe yazarı vardı ve birlikte götürdüğümüz mantıcıyı beğenmeyen Fransız turistlere “Madem sipariş verdiniz o zaman ödeyeceksiniz,” diye kendi hesaplarını ödettik. Kuruşu kuruşuna hesaplatarak. O gün Avrupalı turistlerden nefret ettim, bir daha da ağırlamadım.

Sorunu zamanla fark ettim: İstanbul dışarıda çok havalıydı ama sadece ucuz turist çekiyordu. Parası olan turist için cazibesi yoktu. İyi lokantaları, otelleri hala sınırlıydı. 2000’lerin başı, her akşam Changa’da yiyecek halleri yok. Ama bir alternatif de yok. O yüzden Hotel Pelikan’da kalan, kuruşu kuruşuna hesap yapan o turistlerle doluydu sokaklar. Bugün çok daha iyi durumdayız ama o dönemin enerjisi, hayalleri, özgürlük ortamı, bizdeki heves yok. Zaten “biz” de artık İstanbul’da değiliz, kendi şehrimizde turist sayılırız.

Türkiye’nin Avrupa Birliği hayalinin sönmesi, hatta kamuoyunun çoğunluğunun bir dönem Avrupa Birliği’ne girmek dahi istememesinde bu turistlerin katkıları var oldu mu? Beni bile milliyetçi yapabilecek kadar berbat tiplerdi, neyse ki sonradan daha güzel insanlarla tanıştım ve bende ciddi bir Avrupalı düşmanlığı yaratan travmam da son buldu.

Aynı travma Cihangir’deki Kahve6’nın önünde masa beklerken yeniden hortladı. Elinde “Lonely Planet” ya da benzeri bir kitapla gelen—öyle bir kitap mı kaldı—turist nereden duyduysa Kahve6’yı bulmuş, kahvaltı etmek için çok heyecanlıydı. “20 minutes,” dendiğinde kendisine ayrıcalıklı muamele yapılmamasından hiç memnun olmadı. Tabii, sadece Avrupalı olduğu için ona öncelik verilmesi gerekiyordu değil mi?

O oturacak da Derya Köroğlu bekleyecek? Tamam oldu canım. Turistler çoğalan hücreler gibi bir anda sokağa doluşturlar, Köroğlu içeriye o turist yığınının arasından girmeye çalıştı. Neyse ki Kahve6’yı işletenler kimin müdavim kimin turist olduğunu iyi ayırt edebiliyor. Bayan Lonely kapıda beklerken Derya Bey’e masa bulundu. Öyle de olması gerekiyor zaten. Türklerin bari kendi şehirlerinde ufak bir ayrıcalığı olsun. Yazılmış en iyi Türkçe şarkıları söyleyen Türklerin ise daha fazla ayrıcalığı olsun.

Yabancı turistler yetmezmiş gibi bir de semt dışından illa kahvaltı etmeye Cihangir’e gelenlerle sokak iyice karışıyor bir süre sonra. Cihangir’e dışarıdan ünlü görmeye gelenler semtin bütün karakterini bozan apayrı bir sorun zaten. Penceresinde sokak kedisi beslemeye ve kontrolsüz nüfus artışına neden olan, farkında olmadan iyi niyetle ekolojiye zarar veren Tuğrul Eryılmaz bile onlarla mücadele edemiyor. (Bir kedi diye başlayıp beş kediye çıkmış.)

KAHVALTI ROMANTİZMİ

Ben zamanında kahvaltı servisini romantize ederdim. Çünkü biriyle kahvaltıya gitmek geceyi de birlikte geçirmek, o gecenin büyüsünü ertesi sabaha taşımak ve bambaşka bir enerjiyle güne başlamak demek. Sonra Anthony Bourdain’in “Kitchen Confidential” kitabını okudum ve “brunch” servisinin karanlık yüzünü öğrendim: iyi aşçılar o gün izinli, mutfak kalan artıkları kullanıyor, herkesin bayıldığı yumurtaların üzerindeki “hollandaise” masalarda birikmiş tereyağı birleştirilerek yapılıyor, ekmek-çörek sepetleri başka masalarda kalanlardan derlenip önümüze getiriliyor.

Sadece Anthony Bourdain’i okumakla kalmadım. Zamanla biriyle geceyi geçirme, sabah uyanma, onunla kahvaltıya gitme fasılaları da romantizmden işkenceye dönüştü. Uzun süre bir uyku terapistiyle çalışıp rutin oturtunca dışarıdan gelen biri kamyon çarpmış gibi aksatıyor. Yatılı misafirle birlikte kahvaltı seansı da böylece son buldu. Uyku önceliğim.

Ama Kahve6’ya gittim çünkü çok duydum. İlk başlarda duyduğumda “Bin yıldır olan, arka bahçesi kedi yuvası olan o berbat Cihangir cafe’si mi?” diye tepki verdim hatta. Paparazzi öncesi Cihangir’de bir Smyrna vardı, bir de onun kendince bohem rakibi Kahve6. Hiçbir zaman iyi olmadı ama. Şimdi ne kadar iyi olabilirdi?

İstanbul yeme-içme tarihinde çok önemli bir yeri hak eden Münferit’te çalışan bir aşçı çift devralmış mekanı. Erkek tarafı bir ara Bahreyn’e gitmiş, çalışmış, para biriktirmiş. Kız tarafı İstanbul’da kalıp tatlı şefi olarak çalışmış. Tamamen kendi kendilerine, alın teriyle mekana ortak olmuşlar. Ve daha ilk lokmada neden kapısında yığılma olduğunu anlıyorsunuz.

MÜKEMMEL EKMEK

Burası toptancıdan ucuza satın alınıp uçak yemeğinden hallice lezzetiyle sofranın donatıldığı uyduruk serpme kahvaltıcılardan değil. Poğaçasından simidine, beyaz peynirinden en ufak otuna, zeytinyağına kadar hepsi özenli. Çay servisi en zor olandır, problemsiz işliyor ve çay sadece kırmızı bir su tadında gelmiyor, lezzetini alıyorsunuz.

Ben bazlama ekmeği içinde çırpılmış yumurtalı sandviç yiyorum. Ekmek biraz daha kızarabilir, yumurta da daha az olabilir. Çünkü ekmekten taşıyor, ekmek taşıyamıyor. Porsiyonlar o kadar cömert ki daha az olsun diyorum, düşünün. Misafirim standart kahvaltı tabağı söylediğinde Karper peynir ve plastik kapta Pınar zeytinyağı gelecek diye korkuyordum. Serpme kahvaltı değil, ama çok şık ve yeteri kadar seçenek olan bir tabak geliyor. “Ben bal reçel yemem, istersen sen al,” diyor Fransız dostum—hayır geceyi birlikte geçirmedik. Sonra ben aldığımda da “Bütün balı ve reçeli sen bitirdin,” diyor. Haksız değil, çok iyi bir bal ve Tire’den gelen muazzam bir karadut ve loru simitle silip süpürdüm.

Rahmetli Anthony Bourdain burayı görse belki kahvaltı servisiyle ilgili düşünceleri değişirdi, çünkü hiçbir şey artıkların yeniden değerlendirilmesi olamaz burada. Tedarikçiler özel seçiliyor. Bütün ekmekleri kendileri hazırlıyor. Bir parantez: İstanbul’un EN İYİ ekşi maya ekmeği. Yumurtalar organik. Vegan seçenekler mümkün. Rooibos çayı dahi var ama ‘pancake’ gibi özentilikler yok. ‘French toast’ ise bizim bildiğimiz adıyla, yumurtalı ekmek olarak geliyor.

Her malzeme taze, dahası seçenekler insanı serpme kahvaltıya ya da iki göz yumurtaya mahkum etmiyor. Aslında mönünün çok geniş olması, insanın kafasının karışması, ne yiyeceğini bilememesi bir sorun. Tıpkı porsiyonlar gibi burada da biraz törpülenme gerekiyor. 10-15 maddelik, sürekli değişen mönülerin taraftarıyım. Dahası, bu fiyatların çok daha fazlasını isteyebilirler, o kadar ucuz. Daha fazla kazanmak hakları ama bu haliyle ne kadar gözü tok olduklarını, insanları kazıklamak istemediklerini, iyi yemeğin makul fiyata da yenebileceğini ele güne karşı gösteriyorlar.

★★

Ortam

Cihangir’deki apartman altı cafe’lerinin en eskilerinden, ama elden geçirilmiş. Aydınlık ama ferah değil. Tuhaf bir şekilde, uzun ince bir koridoru andırmasına rağmen insanı basmıyor. Nerede oturulacağı önemli. Yazın kaldırıma taşıyor, arka bahçeyi sevenler de var. En iyi masa camın önündeki. İçeride muazzam bir kaos ve kalabalık oluyor kahvaltı servisi sırasında. Birileri hep sıra bekliyor, insan suçluluk duygusundan hızlı hızlı yiyip kalkmak istiyor. İkinci kalite Avrupalı turistler, müdavimler, mahallenin yerlileri ve A-B grubu ünlülere rastlamak mümkün.

Servis

Türkler bu işi iyi beceriyor, imkansız olan kahvaltı servisini büyük ölçüde aksatmıyorlar. Bazen çayın demlenmesi gerekiyor tabii. Benim gibi mümkün olduğu kadar çok şey denemek isterseniz yeniden hatırlatmak zorundasınız, çünkü iki kişinin sekiz kişilik yemek söyleyebileceğini buradaki çalışanlar da idrak edemiyor.

Öne çıkan yemekler

Yumurtalı bazlama sandviç çok başarılı, ama sucuk ya da bacon eklememek gerek çünkü beyaz peynirle et bir şekilde uyum sağlamıyor. Kahvaltı salatası paylaşmak için ideal. Kahvaltı tabağındaki her malzeme özenle seçilmiş. Hafta sonuna özel kapış kapış giden börek-çörek ve benzeri hamur işleri var. Yumurta, omlet, menemen seçeneklerini istediğiniz malzemelerle şekillendirebiliyorsunuz. Kesinlikle ve kesinlikle İstanbul’daki en iyi ekşi mayalı ekmek. Sadece bu ekmeği sattıkları bir fırın açmalılar.

Fiyat

Ucuz. İstanbul’da her yerde anormal hesaplar ödemeye alışmış insanların acaba bir hata mı var bu fiyatlarda diye gözlerini dışarı fırlatacak kadar ucuz. Gerçi İstanbul’da fiyat artışına yetişmek mümkün değil ama geçen ay kahvaltı tabağı 330 TL (çay ve poğaça dahil), menemen 125 TL, avokadolu tost ise 190 TL’ydi. Yumurtalı bazlama sandviç ise 176 TL. Bu fiyatların iki katını bile istese pahalı denmez.

Açık

Her gün 8:15-21:00 arası açık.

Rezervasyon

Gidiyorsunuz, kapıda sıra bekliyorsunuz ve masa kapma yarışındaki rakiplerinizin önüne geçmeye çalışıyorsunuz. Mahalle sakini, tanıdık, ünlü, müdavim değilseniz biraz daha uzun bekliyorsunuz. İşletmeciler çok iyi insanlar, herkesi ağırlamak istiyorlar. Bana kalsa sadece bir kulüp havasında olması gerek.

Yıldız tablosu

Yıldızlar sıfırdan dörde kadar. New York Times’dan esinlenilen değerlendirmeye göre sıfır kötü, vasat ya da tatminkar. Bir yıldız iyi, iki yıldız çok iyi, üç yıldız muhteşem, dört yıldız ise olağanüstü.

QOSHE - Ertesi sabaha en uygun yer - Oray Eğin
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ertesi sabaha en uygun yer

73 0
28.01.2024

Çok uzak olmayan bir geçmişte, İstanbul hakkında Batı basınında yazılar çıkmaya başladığında şehre Avrupa’dan muazzam bir turist akını vardı. Biraz aşağılık kompleksinden, biraz da alışık olmadığımız için bu turistleri çok önemsedik, el üstünde tuttuk. En azından ben ve arkadaşlarım. Birkaç tanesi benim bile evimde kaldı; arkadaşımın arkadaşları, İstanbul’da kalacak yer arıyorlarmış, serde Türk misafirperverliği de var tabii, evlerimiz de geniş, misafir odalarımız var, buyur ettik. İsrail’den Fransa’ya yerleşen gay edebi çift İstanbul seyahatlerinde taksicilerle yaşadığı erotik maceralardan çok memnun kalarak ayrıldılar. Portekizli filmci evdeki DVD koleksiyonumu görüp kendi malıymış gibi kullanmakta hiç tereddüt etmedi.

Birkaçıyla Asmalımescit’te artık olmayan barlarda tanışıldı. Bir gece kaldıkları oteli kaybeden Alman gençleri ezberden daha önce hiç bilmediğimiz Hotel Pelikan’a götürdük. Google Maps öncesi dönemdi, Hotel Pelikan’ın ne olduğunu ilk kez onlardan duymuştuk ama elimizle koymuş gibi bulduk. Yakup’un karşısındaymış, herhalde bir akşam otururken bilinçaltımıza işlenmiş.

O dönemin İstanbullu gençlerinin coşkuyla ağırladığı bu Avrupalı turistlerin çirkin yüzü de kendini bir süre sonra belli etmeye başladı. Adeta birbirini tekrar eden bir desen gibi hemen hiçbiri ne yaparsak yapalım memnun olmuyordu. İçki ısmarlıyoruz, yemeğe götürüyoruz, hesap ödetmiyoruz, yine de şikayet ediyorlar. Suratlarında hep bir tatminsizlik ifadesi. Sanırım hepsi Türkiye’yi küçümsüyor, kendilerinin daha üstün olduğunu belli etmeye çalışıyordu.

UCUZ TURİSTLER

En son bir akşam Ortaköy’de bir mantı gecesinde patladım. Yanımda dönemin çok ünlü bir kadın köşe yazarı vardı ve birlikte götürdüğümüz mantıcıyı beğenmeyen Fransız turistlere “Madem sipariş verdiniz o zaman ödeyeceksiniz,” diye kendi hesaplarını ödettik. Kuruşu kuruşuna hesaplatarak. O gün Avrupalı turistlerden nefret ettim, bir daha da ağırlamadım.

Sorunu zamanla fark ettim: İstanbul dışarıda çok havalıydı ama sadece ucuz turist çekiyordu. Parası olan turist için cazibesi yoktu. İyi lokantaları, otelleri hala sınırlıydı. 2000’lerin başı, her akşam Changa’da yiyecek halleri yok. Ama bir alternatif de yok. O yüzden Hotel Pelikan’da kalan, kuruşu kuruşuna hesap yapan o turistlerle doluydu sokaklar. Bugün çok daha iyi durumdayız ama o dönemin enerjisi, hayalleri, özgürlük ortamı, bizdeki heves yok. Zaten “biz” de artık İstanbul’da değiliz, kendi şehrimizde turist sayılırız.

Türkiye’nin Avrupa Birliği hayalinin sönmesi, hatta kamuoyunun çoğunluğunun bir dönem Avrupa Birliği’ne girmek dahi istememesinde bu turistlerin katkıları var oldu mu? Beni bile milliyetçi yapabilecek kadar berbat tiplerdi, neyse ki sonradan daha güzel insanlarla tanıştım ve bende ciddi bir Avrupalı düşmanlığı yaratan travmam da son buldu.

Aynı travma Cihangir’deki Kahve6’nın önünde masa beklerken yeniden hortladı. Elinde “Lonely Planet” ya da benzeri bir kitapla gelen—öyle bir kitap mı kaldı—turist nereden duyduysa Kahve6’yı bulmuş, kahvaltı etmek için çok heyecanlıydı. “20 minutes,” dendiğinde kendisine ayrıcalıklı muamele yapılmamasından hiç memnun olmadı. Tabii, sadece Avrupalı olduğu için ona öncelik verilmesi gerekiyordu değil mi?

O oturacak da Derya Köroğlu bekleyecek? Tamam oldu canım. Turistler çoğalan hücreler gibi bir anda sokağa doluşturlar, Köroğlu içeriye o turist yığınının arasından girmeye çalıştı. Neyse ki Kahve6’yı işletenler kimin müdavim........

© Habertürk


Get it on Google Play