Son Güncellenme Tarihi: Mart 11, 2024 / 07:00

Bu yazıyı tam bir yıl önce yazmışım. Montaigne’nin “Denemeler”i gibi sanırım çok uzun süre güncelliğini koruyacak.

Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret kitabı (Brave New World Revisited) 1958 yılında yazılmış. Ta o zamanlardan yaptığı tespitleri okuyup şaşırmamak elde değil. Sosyal medya bir tasarım olarak bile konuşulmaz iken, toplumu manipüle etmek için siyasetin kullanacağı önemli bir enstrüman olacağını anlatmış.

Huxley bunu “şiddetsiz manipülasyon” olarak adlandırmış. Neticede Hitler, Mussolini ve Stalin tarzı “korkuyla yönetmek devri”nin geride kaldığını söylerken, geleceğe de birçok uyarılarda bulunmuş. Bunlardan en çarpıcı olan şu:

“Şiddetsiz manipülasyon devrinde kendisine tarif edilen işi iyi yapana ödül olacak ama bu kabiliyetini siyasi ya da ideolojik alanda pekiştirmek isteyene hemen ceza gelecek.”

Bu durum gelişen ülkelerde ödediği vergilerin hesabını sormak isteyen ya da bir felaketten mustarip olmuş sade vatandaşın sesi yükseldiği zaman “siyaset yapma” diye parmak sallayan politikacıların halini net olarak açıklıyor. Bu gibi ülkelerde ekonomik faaliyetlerini arzu edildiği şekilde yapana ve kendi konusunda derinleşene hep ödül var. Ancak kabiliyetli ve akıllı insanların ülkenin yönetim biçimiyle alakalı serzenişleri her zaman tehlikeli bulunuyor. Hakikaten bugün, “vatandaşları sorun çıkarmaktan alıkoyan” bir yönetim sistemi dünyaya egemen olmaya çalışıyor desem yanlış olmaz. Seçimli demokrasiler ve seçimli otokrasilerde en önemli faaliyet vatandaşın sesini kısmak ve sosyal medya yardımıyla gerçekleri çarpıtmak haline geldi. Bunun için iktidar ya da muhalefet fark etmiyor, herkes ciddi paralar harcayarak troll ordusu kuruyor.

Tabii, tüm bunlar vatandaşların adil bir ortamda siyasete katılmalarını önlüyor. Zaten “Az gelişmiş ülkelerde insanların çoğu temel ihtiyaçları tamamen karşılayamadığı için adil bir ortamda siyasi tercihlerini seslendiremez” demiş Huxley. Daha önceki makalelerimde yazdığım gibi, işini ya da gelirini kaybetmemek için yönetim hatalarına, olumsuzluklara ve etik dışı uygulamalara ses çıkarmayan, görmezden gelen insanlar aslında kendi kaderlerini de belirliyorlar.

Bir başka gerçek de şu:

Gelişen ülkelerin önemli bir kısmı kalabalıktır ve bu sebeple “istikrar” kelimesi çok kullanılır. Her hükümet kendinden önce dirlik ve düzen olmadığını iddia ederek “yurda nizam verme” yaklaşımını benimser. Huxley burada da uyarısını yapmış. “Aşırı nüfus ve bu sebeple aşırı örgütlenme, merkezileşen yönetim sonunda demokrasiyi öldürür.” Bu önermeden de anlaşıldığı gibi az gelişmiş ve gelişen ülkelerde demokrasinin sadece seçimle tarif edilmesine şaşırmamak gerekiyor. Tabii kalabalık halk kitlelerinin idare edilmesi kolay olmadığı için, “istikrar” kelimesinin hakkının verildiği tek eylem manipülasyon oluyor. “Manipülasyon metotları bir azınlığın çıkarları uğruna ticari ve politik örgütlerin kitlelerin duygu ve düşüncelerini yönetme arzusuyla yapılır” demiş Huxley. Bir de şunu eklemiş:

“Özgürlüğün düşmanı olan otokratik düzenleme merakı, gücünü maalesef teknolojiden alır..”

Özetle, daha önce birkaç yazımda belirttiğim gibi, devlet kapitalizmi ve merkeziyetçiliğinin güç kaynağı bugün dijital dev şirketlerdir. Hükümetler kontrolü ve manipülasyonu bu şirketlerin sundukları olanaklar üzerinden yaparlar. Bu durum George Orwell’in “1984” distopyasındaki gibi olmasa da vatandaşların “sürekli izlendikleri” algısını yaymak için yeterlidir. 24 saat izlenmeseler bile, bu algının oturtulması hükümetler için önemlidir. “Ülkenin beka sorunu varken fazla özgürlüğe gerek yok” fikri benimsetilir.

Aslına bakılırsa, kalabalık toplumlar kaynaklar üzerinde baskı kurduğu sürece de manipülasyon ve ayartma kolaylaşıyor. Ara sıra iyi niyetli siyasi oluşumların iktidara geldiği gözükse de sonuç değişmiyor. Çünkü bu ülkelerde iktidara en istekli olmayan kişi ya da gruplar bile, iktidara sahip oldukları zaman daha fazlasını istemeye meyilli oluyorlar. Düzenleme isteği, karışıklığa çeki düzen vermeye çalışanlardan bazen zorbalar ortaya çıkarıyor. Bunu normal gösteren de bu ülkelerdeki sürekli kriz halidir. Bu durum sebebiyle herkesin ve her şeyin merkezden yönetilmesini haklı gösterecek bir ortam oluşturuyor. Peki neden bu ülkelerde hükümetler kendi büyük zenginlerini yaratırlar ?

Cevap oldukça basit ve Huxley tarafından 70 yıl önce verilmiş:

“Büyük iş yapanları kontrol etmek daha kolay olduğu için, küçük iş sahiplerinin elimine edildiği bir süreçteyiz”

Gerçekten de dünyanın her yerinde siyasetin kendi yarattığı zenginlere daha fazla kaynak aktardığı, bu şekilde ekonomik faaliyetleri daha kolay kontrol ettiği ve siyasi faaliyetleri bu sistem üzerinden finanse ettiğini görüyoruz. Sadece iş insanları değil, yargı ve medya da hükümetlerin emrine girdiği için büyük bir ekosistem inşa edilmiş oluyor.

Buraya kadar okuduklarınız sizi dehşete düşürmüş olabilir, ancak bu tip siyasi mühendisliklerin en büyük rakibi insanın kendi doğasıdır unutmayalım.

Her şeyden önce insan doğası arılar veya karıncalara benzemez. İnsanlar gruplaşmayı sever ancak özgürlüklerine düşkündürler.

Tek tipleme ile özgürlük uyuşmaz.

Dolayısıyla hükümetlerin tek tiplemede başarısız olmaları sebebiyle cepheleşme yaratmaları kaçınılmazdır.

“Onlar ve biz” ya da “Ya bizdensin ya da vatan haini” gibi sözler bu ülkelerde sık duyulur.

Sonunda toplumsal şiddet kaçınılmaz olduğu için, 20. yüzyılda denenmiş ama uzun ömürlü olmamış yönetme sistemine geri dönen hükümetler korku ve şiddet üzerinde yükselen iktidarlarını kaybederler.

Hemen arkasından başkaları boşluğu doldurur.

İlginçtir hep bu ülkelerde kadının itaatkar olmasını isteyen manipülasyonlar yapılır. “Kadın ve erkek eşit olamaz, onlar farklı yaratılmışlardır” gibi söylemlerin yanında tarihte kutsallığı kabul görmüş kadınların isimleri üzerinden fikir yürütmeler empoze edilir. “Sokakta yürüyen şu erkekle bu kutsal kadın nasıl eşit olur” gibi manipülasyonlarla erkek ve kadın eşitsizliği pekiştirilir. Ancak bunlar da insanın doğasına aykırı işlerdir ve bir süre sonra geri teper.

Maalesef kalabalık toplumlarda insan hayatına değer verilmez, sürekli olarak dava için, kavga için ve vatan için ölmenin yaşamaktan daha önemli olduğu seslendirilir. Bunlar bizim gibi vatansever insanlar için yürek okşayan sözler olsa da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözünü unutmamak lazım:

“Bir ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe, savaş bir cinayettir.”

Dolayısıyla “haklı dava” ve “haklı sebep” siyasetin değil, vatandaşın vicdanıyla tarif edilmeli ve karşılık bulmalıdır.

Aklı başında herkesin kabul etmesi gereken gerçek şudur ki hayatın ve farkındalığın önemiyle pekişmemiş hiçbir şeyden değer üretilemez.

Dolayısıyla oldukça kalabalık gelişen ülkelerde ya da az gelişmiş ülkelerde hükümetler farkındalığı olan vatandaşlardan hoşlanmadıkları için sosyal medya üzerinden “yaşam hakkı” veya “yaşam biçimi” tartışmalarını cepheleştirme amacıyla manipüle ederler. “Bu durum araçların amaçlardan üstün tutulduğu zamanlarda oluşur” demiş Huxley ve Hitler-Mussolini ikilisini örnek vermiş.

İşte bundan dolayı “güçler ayrılığı” prensibi ile oluşturulmuş demokratik kurumların önemi vardır. Bir ülkeyi esasında hükümetler yönetir ama demokratik kurumlar denetler. Anayasal ya da demokratik kurumların hükümetlerin eline geçmesi aslında vatandaşın egemenliğinin elinden alınmasıdır. Demokrasi ancak ve ancak hukukun üstünlüğüyle pekişir ve ideal olan durum da budur.

“Demokratik kurumlar son kertede, hükümetlerin keyfi kararlarla vatandaşın özgürlüğünü kısıtlamasını önleyen mekanizmalardır…” demiş Aldous Huxley. Kesinlikle katılıyorum. Ancak bu şekilde liyakat sahibi insanların kritik karar mercilerinde görev almaları sağlanabilir. Aksi takdirde vatandaşın refahı ve geleceği için karar alanları, icraatta bulunanları yukarıda bahsettiğim merkeziyetçi yaklaşım sebebiyle “sadakat” ya da “yaranma” duygusuyla atanmaları Sokrat’ın bizi 2000 yıldan bile önce uyardığı noktaya getirir:

“İdarecilerin kendisi bizzat saçmalıkların içindeyse, yönetmekten çok talimat vermeye başlamışlarsa, vatandaşın kurallara uyması beklenemez..”

Gelişen ülkelerdeki kural tanımazlığın, refah düşüklüğünün ve karışıklığın kaynağına böylelikle bir dokunmak istedim.

Prof. Dr. Emre Alkin; Saint Michel Fransız Lisesi’ni 1987 ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni de 1991’de bitirdikten sonra, 1993 yılında İstanbul Üniversitesi’nde lisansüstü eğitimini tamamladı. 1996 yılında Doktorasını yine aynı Üniversite’de tamamlayarak ve 1997’de “doçent”; 2002 yılında ise “profesör” unvanını aldı.

1999-2003 yılları arasında İMKB Başkan Danışmanlığı, 2000 yılında TİM Genel Sekreterliği, Vergi Konseyi Üyeliği görevini yürüten Prof. Dr. Emre Alkin; Çukurova Holding, Doğan Holding, Anadolu Holding ve Altınbaş Holding’de görev yaptı. Çeşitli gazetelerde ekonomi köşe yazarlığı, TV8, SKYTÜRK, A HABER, CNNTURK, TRTHABER gibi televizyon kanallarında ekonomi yorumculuğu yapan Prof. Dr. Emre Alkin, Dünya Gazetesi’nde “Paylaşmasak Olmazdı” isimli sayfasıyla içimizdeki kahramanlara yer vermektedir.

Şu an Altınbaş Üniversitesi Rektör Yardımcısı olan Alkin, İzmir’in spor kulüplerinden Göztepe Sportif A.Ş.’de Yönetim Kurulu Üyesi ve Türkiye Futbol Federasyonu Genel Sekreterliği de yapmıştır. Temmuz 2017’den beri de Galatasaray Sportif A.Ş. Bağımsız Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yapmaktadır. Alkin, “Uzlaşmazlık Çözümü” konusunda şirketler ve kamu arasında ulusal ve uluslararası çalışmalara katılmaktadır. Ödeme Sistemleri, Mobil Teknolojiler, Finans ve Mali Konular ile ilgili uluslararası şirketlerde görev yapmaktadır.

Prof. Dr. Emre Alkin’in; “Risk Management”,“Finansal Aracılığın Evrimi”, “Bankalarda Risk Yönetimine Giriş”, Yalın Alpay’la birlikte kaleme aldığı “Dünden Bugüne Gaziantep”, “Her Şey Ekonomi Değil” , “Paylaşmasak Olmazdı”, “Fikret Mualla’nın Sanatı” ve 2017 yılının en iyi iş kitabı seçilen “Olaylarla Türkiye Ekonomisi” isimli, biri İngilizce olmak üzere sekiz kitabı bulunmaktadır. Ayrıca insan ilişkilerinin dünden bugüne evrimi üzerine yazdığı “Seve Seve Aldattım” isimli kitabı da bu yıl çok satan kitaplar arasında yer almıştır.

Prof. Dr. Emre Alkin, iki çocuk babası olup, Türkçe, İngilizce ve Fransızca konferanslar vermektedir.

QOSHE - Siyaset ve manipülasyon… - Emre Alkin
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Siyaset ve manipülasyon…

8 4
11.03.2024

Son Güncellenme Tarihi: Mart 11, 2024 / 07:00

Bu yazıyı tam bir yıl önce yazmışım. Montaigne’nin “Denemeler”i gibi sanırım çok uzun süre güncelliğini koruyacak.

Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret kitabı (Brave New World Revisited) 1958 yılında yazılmış. Ta o zamanlardan yaptığı tespitleri okuyup şaşırmamak elde değil. Sosyal medya bir tasarım olarak bile konuşulmaz iken, toplumu manipüle etmek için siyasetin kullanacağı önemli bir enstrüman olacağını anlatmış.

Huxley bunu “şiddetsiz manipülasyon” olarak adlandırmış. Neticede Hitler, Mussolini ve Stalin tarzı “korkuyla yönetmek devri”nin geride kaldığını söylerken, geleceğe de birçok uyarılarda bulunmuş. Bunlardan en çarpıcı olan şu:

“Şiddetsiz manipülasyon devrinde kendisine tarif edilen işi iyi yapana ödül olacak ama bu kabiliyetini siyasi ya da ideolojik alanda pekiştirmek isteyene hemen ceza gelecek.”

Bu durum gelişen ülkelerde ödediği vergilerin hesabını sormak isteyen ya da bir felaketten mustarip olmuş sade vatandaşın sesi yükseldiği zaman “siyaset yapma” diye parmak sallayan politikacıların halini net olarak açıklıyor. Bu gibi ülkelerde ekonomik faaliyetlerini arzu edildiği şekilde yapana ve kendi konusunda derinleşene hep ödül var. Ancak kabiliyetli ve akıllı insanların ülkenin yönetim biçimiyle alakalı serzenişleri her zaman tehlikeli bulunuyor. Hakikaten bugün, “vatandaşları sorun çıkarmaktan alıkoyan” bir yönetim sistemi dünyaya egemen olmaya çalışıyor desem yanlış olmaz. Seçimli demokrasiler ve seçimli otokrasilerde en önemli faaliyet vatandaşın sesini kısmak ve sosyal medya yardımıyla gerçekleri çarpıtmak haline geldi. Bunun için iktidar ya da muhalefet fark etmiyor, herkes ciddi paralar harcayarak troll ordusu kuruyor.

Tabii, tüm bunlar vatandaşların adil bir ortamda siyasete katılmalarını önlüyor. Zaten “Az gelişmiş ülkelerde insanların çoğu temel ihtiyaçları tamamen karşılayamadığı için adil bir ortamda siyasi tercihlerini seslendiremez” demiş Huxley. Daha önceki makalelerimde yazdığım gibi, işini ya da gelirini kaybetmemek için yönetim hatalarına, olumsuzluklara ve etik dışı uygulamalara ses çıkarmayan, görmezden gelen insanlar aslında kendi kaderlerini de belirliyorlar.

Bir başka gerçek de şu:

Gelişen ülkelerin önemli bir kısmı kalabalıktır ve bu sebeple “istikrar” kelimesi çok kullanılır. Her hükümet kendinden önce dirlik ve düzen olmadığını iddia ederek “yurda nizam verme” yaklaşımını benimser. Huxley burada da uyarısını yapmış. “Aşırı nüfus ve bu sebeple aşırı örgütlenme, merkezileşen yönetim sonunda demokrasiyi öldürür.” Bu önermeden de anlaşıldığı gibi az gelişmiş ve gelişen ülkelerde demokrasinin sadece seçimle tarif edilmesine şaşırmamak gerekiyor. Tabii kalabalık halk kitlelerinin idare edilmesi kolay olmadığı için, “istikrar” kelimesinin hakkının verildiği tek eylem manipülasyon oluyor. “Manipülasyon metotları bir azınlığın çıkarları uğruna ticari ve politik örgütlerin kitlelerin duygu ve düşüncelerini yönetme arzusuyla yapılır” demiş Huxley. Bir de şunu eklemiş:

“Özgürlüğün düşmanı olan otokratik düzenleme merakı, gücünü maalesef teknolojiden alır..”

Özetle, daha önce birkaç yazımda belirttiğim gibi, devlet kapitalizmi ve merkeziyetçiliğinin güç kaynağı bugün dijital dev şirketlerdir. Hükümetler kontrolü ve manipülasyonu bu şirketlerin sundukları olanaklar üzerinden yaparlar. Bu durum George Orwell’in “1984” distopyasındaki gibi olmasa da vatandaşların “sürekli izlendikleri” algısını........

© Gazete Pencere


Get it on Google Play