Georges Melies'in Jules Verne’in eserinden aynı adla uyarladığı 1902 tarihli “Aya Seyahat” filmini başlangıç olarak kabul edersek, sinemanın uzayla ilişkisi politik, kültürel ve tabii ki teknolojik gelişmelere paralel olarak türlü biçimler alsa da hep güçlüydü. Özellikle de 2. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan iki kutuplu dünya ‘uzay’ boşluğunun sonsuz olanakları üzerine düşünmek, ‘uzaylı’ kavramının tekinsizliği üzerinden korku inşa etmek için olanaklar sunuyordu. Şimdi bu ‘barış dönemi’nde sinema artık sivil korkuları tetikleyebilirdi!

Bilim kurgunun ‘ilk altın çağı’ olarak kabul edilen 1950’li yıllarda Hollywood, uzaylı metaforunu Amerikan toplumunun “komünizm korkusu”nu tetiklemek için bir araca dönüştürdü. ’50’li yılların başında aralarında önemli sinemacıların da bulunduğu binlerce aydın komünist olmakla itham edildi, yıllarca iş bulamadı. İşte tam bu anda uzaylılar ‘içimizdeki komünistler’ metaforunun bir yansıması olarak karşılığını fazlasıyla buldu Hollywood’da. “İstila filmleri” olarak da adlandırılan bu yapımların en meşhurlardan birisi “Invasion Of The Body Snatchers”te dünya dışı yaratıklar insanların kopyalarını çıkarmaya ve gerçek insanları öldürmeye başlarlar. Film, dönemin paranoyasını anlatan güçlü yapımlardandır.

Daha sonra yeniden çekimleri de yapılan bu film döneme eleştirel bakarken, 1953 tarihli “The War of The Worlds” ise ‘içimizdeki düşman’ın köklerini dışarıda arıyordu. Yıllar boyunca gizlenmiş olan uzaylılar bir anda dünyayı ele geçirmeye başlıyordu. Bu doğru zamanı bekleme metaforu ‘Amerikan Rüyası’nı yok etmek için pusuya yatmış komünistleri temsil ediyordu kuşkusuz. Steven Spielberg bu anlatıyı, 11 Eylül sonrasında bu kez ‘içimizdeki teröristler’ paranoyasına referansla yeniden hayata geçirdi. Dikkat çeken yapımlardan birisi de bu filmlerin öncüsü kabul edilen 1951 tarihli “The Day the Earth Stood Still”di. Uzaylılar dünyayı yok edişimize kayıtsız kalamıyor ve bizi öldürmeye karar veriyorlardı yapımda. Bu film de 2005’te bu kez “dünyanın sonu” güncellemesiyle yeniden çekildi. “The Thing From Another World” ve “The Island Earth” gibi yapımları da bu başlıkta hatırlatmakta yarar var. İstila teması ilerleyen yıllarda da karşımıza çıktı ama 1990’lara gelindiğinde ciddiyetini yitirdi. "Independence Day" gibi aksiyonların "Mars Attacks" gibi parodilerin konusu haline geldi sıkça.

1960’lı yıllarda Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki uzay rekabetinin yarattığı öz güvenle karşı atağa geçen sinema uzayı keşfe çıkmıştı. Sonraki bütün benzerleri üzerinde etki bırakacak “Star Trek” dizisi 1966-69 yılları arasında büyük ilgi gördü. Ancak uzaya ulaşmaya bu kadar yakın olmak ve dönemin politik/ kültürel atmosferi gereği olsa gerek bu dönemin uzay anlatılarında ‘varlık’ sorunu özel olarak dikkat çekti. İki büyük ustanın elinden çıkan iki önemli film türün varoluşu belirleyen izler bıraktılar. Stanley Kubrick’in “2001: A Space Odyssey” (1968) ve Andrey Tarkovski’nin “Solaris”inde (1972) uzay insan soyunun varlığı üzerine düşünme, tarihsel yolculuğumuza dair anlamlar üretme sahası olarak kodlanıyordu. Yine 1968’de sinemaya aktarılan “Planet of the Apes” ana akım bir film olmasına rağmen benzer soruların peşinden gidiyor ve kendi janrının belirleyici yapımlarından biri haline geliyordu.

1970’lerin ikinci yarısına geldiğimizde karşı atak sonuçlarını vermiş mücadele uzaya taşınmıştı. Dünyanın siyasi ve kültürel simülasyonu galaksiler arasında yeniden hayata geçiriliyor (Star Wars), teknofobinin savaş alanı uzay oluyordu (Battlestar Galactica). Kimi zaman “üçüncü türden yakınlaşmalar” (Close Encounters of the Third Kind) kimi zaman uzayda dehşetli kapışmalar (Alien) izliyordu seyirci. Bu karşı saldırı, yani insanoğlunun uzay ve uzaylılarla gökyüzünde temas ettiği anlatılar, önceki birikimleri de yanına alarak ve kendi evrimini gerçekleştirerek milenyuma kadar devam etti.

2000’li yıllarda iki tema dikkat çekti. İlki ‘yeni bir ev’ arayışı. Kapitalizmin dünyayı birçok canlı türü için yok oluşa sürüklemesinin ciddiyet kazanması yeni arayışları büyüttü. 2004’te yeniden çekilen “Battlestar Galactica” dizisinin kahramanları, umutsuzca binlerce yıl önce terk ettikleri dünyayı arıyordu. 2013 tarihli “After Earth”te terk edilen dünyanın yenilenmiş olduğu keşfediliyordu. “Elysium” (2013) ise zenginlerin yörüngede inşa edilmiş dev bir şehirde kaldığı, yoksulların aşağıda azap çektiği bir evrende geçiyordu.

Başka gezegenlerde yaşamak, ayda koloni kurmak artık bilim kurgunun fantezisi olmaktan çıkıp burjuvazinin dünyadaki kıyametten kurtulma rüyasına dönüşmüş durumda. “For All Mankind”, “Passengers”, “Marslı”, “I am Mother”, “Kaçak Yolcu”, “Oksijen”, “The Midnight Sky”, “Raised by Wolves”, “Ad Astra”, “Interstellar”, “The Expance”, “High Life”, “Tides”, “Voyagers” gibi yapımların çoğu dünyanın artık yaşanılamayacak bir yer haline gelmesi ve insan soyunun devam edebilmesi için başka bir yeryüzü arayışına dair. Üstelik bu yapımların çoğunda burjuvazinin sömürge çağından kalma heveslerinin izlerini görmek mümkün.

Sinemada ama özel olarak Hollywood anlatılarında uzay bir yer değil bir konsepttir. Komünizm paranoyası üretmekten, içimizdeki düşman korkusu salmaya, iklim krizinin suçunu insanlığın tümüne havale etmekten sermayenin sömürge rüyalarını toplumsallaştırmaya kadar birçok yan işlevi de vardır.

Çünkü ‘Elon Muskgiller’ Ay’da maden çıkarmak, Mars’ta koloni kurmak hayallerine harcananın çok daha azına dünyanın gidişatının tersine döndürülebileceğiyle ilgilenmezler. Tıpkı atalarının sömürdükleri topraklara bir daha geri dönüp bakmadıkları gibi. Onları heyecanlandıran şey, uzayın sonsuz olanakları, başka türlerin varlığı değil, yeni sömürge ilişkileri kurabilecekleri sonsuz bir evren hayali!

QOSHE - Bir burjuva hasleti: Uzayın istilası - Şenay Aydemir
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bir burjuva hasleti: Uzayın istilası

40 23
13.04.2024

Georges Melies'in Jules Verne’in eserinden aynı adla uyarladığı 1902 tarihli “Aya Seyahat” filmini başlangıç olarak kabul edersek, sinemanın uzayla ilişkisi politik, kültürel ve tabii ki teknolojik gelişmelere paralel olarak türlü biçimler alsa da hep güçlüydü. Özellikle de 2. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan iki kutuplu dünya ‘uzay’ boşluğunun sonsuz olanakları üzerine düşünmek, ‘uzaylı’ kavramının tekinsizliği üzerinden korku inşa etmek için olanaklar sunuyordu. Şimdi bu ‘barış dönemi’nde sinema artık sivil korkuları tetikleyebilirdi!

Bilim kurgunun ‘ilk altın çağı’ olarak kabul edilen 1950’li yıllarda Hollywood, uzaylı metaforunu Amerikan toplumunun “komünizm korkusu”nu tetiklemek için bir araca dönüştürdü. ’50’li yılların başında aralarında önemli sinemacıların da bulunduğu binlerce aydın komünist olmakla itham edildi, yıllarca iş bulamadı. İşte tam bu anda uzaylılar ‘içimizdeki komünistler’ metaforunun bir yansıması olarak karşılığını fazlasıyla buldu Hollywood’da. “İstila filmleri” olarak da adlandırılan bu yapımların en meşhurlardan birisi “Invasion Of The Body Snatchers”te dünya dışı yaratıklar insanların kopyalarını çıkarmaya ve gerçek insanları öldürmeye başlarlar. Film, dönemin paranoyasını anlatan güçlü yapımlardandır.

Daha sonra yeniden çekimleri de yapılan bu film döneme eleştirel bakarken, 1953 tarihli “The War of The Worlds” ise ‘içimizdeki düşman’ın köklerini dışarıda arıyordu. Yıllar boyunca gizlenmiş olan uzaylılar bir anda dünyayı ele geçirmeye başlıyordu. Bu doğru zamanı bekleme metaforu ‘Amerikan Rüyası’nı yok etmek için pusuya yatmış komünistleri temsil ediyordu kuşkusuz. Steven Spielberg bu anlatıyı, 11 Eylül sonrasında bu kez ‘içimizdeki teröristler’ paranoyasına referansla yeniden hayata geçirdi. Dikkat çeken yapımlardan birisi de bu filmlerin öncüsü kabul edilen 1951 tarihli “The Day the Earth Stood Still”di. Uzaylılar dünyayı yok........

© Evrensel


Get it on Google Play