1965-1975 yılları arasında doğan kuşak için televizyonun belirleyiciliği çok yüksek bu ülkede. Kimimiz çok net, kimimiz parça parça da olsa dönemin popüler kültürünün içinde büyüdük. “Küçük Ev”den “Dallas”a, “Kökler”den “Flamingo Yolu”na… 1980’li yıllarda TRT’de yayımlanan bu diziler yalnızca bir televizyon ürünü değil, giderek günlük hayata içkin hale gelen birer fenomendiler. Sarışın genç kadınlar “Lucy”, kötü adamlar “Ceyar”, meraklılar “Komiser Kolombo”, acı çekenler “Köle Isaura” olarak kodlanıyordu günlük hayatta.

Bu dönemin önemli yapımlarından birisi de “Shogun” dizisiydi. James Clavell’in 1975 tarihli aynı adlı romanından 1980’de televizyona uyarlanan dizi, birkaç yıl sonra gösterildiği Türkiye’de de büyük bir heyecan yaratmıştı. Bu heyecanın, dönemin tek kanallı koşullarında ekranda gösterilen her şeye yönelik ilgi dışında da nedenleri vardı. İlki, güçlü bir iktidar entrikası inşa ediyordu yapım. İkinci olarak ustalıklı bir reji ve iyi bir oyuncu yönetimi söz konusuydu. Öte yandan dönemin dünya konjonktürü gereği Japonya “Gitmesek de görmesek de orada bir ülke var uzakta” diye anabileceğimiz mesafedeydi. Barış Manço henüz oralara gitmemiş, Sakıp Sabancı bir Japon otomotiv firmasının sahipleriyle ortaklık kurmak için ziyarete gittiğinde etrafına bakınıp “Demek ki zenginsen resim toplaman gerekiyor” diye düşünmemişti!

Dolayısıyla ilk “Shogun” dizisi bir yanıyla ‘Doğu’ya özgü bir iktidar entrikasının Batılı gözle izlendiği ama egzotizmin de eksik olmadığı “Soğuk Savaş” ruhuna uygun bir anlatıydı. Ancak köprünün altından çok sular aktı. ‘Soğuk Savaş’ sona erdi. Dünya ‘küreselleşti’, internetle birlikte artık her yer bir ‘tık’ kadar yakın hale geldi. Bugün Japonya hakkındaki genel bilgilere hemen ulaşabiliyoruz. Disney+’da halihazırda altı bölümü yayımlanmış olan on bölümlük yeni uyarlama bu veriyi tutuyor aklının bir köşesinde. Japon kültürü hem dizinin ana karakteri hem de bizim için çok şaşırılacak bir şey değil çünkü artık.

Kısa bir özet yaparsak. 1600’lü yılların hemen başında Japonya’ya sığınmak zorunda kalan bir geminin mürettebatı esir alınır. John Blackthorne da bunlardan birisidir. Tam o sırada kral hayatını kaybetmiştir ve varis büyüyene kadar ülkeye idare edecek beşli konsey birbirine düşmüştür. Bu konseyin en güçlü isimlerinden Yoshii Toranaga mahiyetiyle birlikte kenti terk eder ve iktidar savaşı başlar. Toranaga, John’un birikimini ve gemisinde bulunan topların işine yarayacağını fark ettiği için onu da yanına alır. Öte yandan, Toranaga’nın klanından güzel bir kadın olan Mariko da tercümanlık yapması için John’un yanına verilir. Toranaga ve John bir yandan birlikte çalışacak ama öte yandan da kendi yollarına bakacaklardır. Ve fakat mücadele onları ummadıkları yerlere götürür.

Bu yeniden uyarlama bir yanıyla dönemin Japonya’sının derebeyleri arasındaki iktidar mücadelesini, karşılıklı kurulan entrikaları, tuzakları ve bir satranç gibi yapılan hamleleri anlatırken; diğer yandan John ile Mariko arasındaki tensel gerilimi de ustaca inşa etmeyi başarıyor. Buna ek olarak meselenin sömürgeci yönünü de ihmal etmiyor dizinin yaratıcıları. Ülkeyi sömürgeleştirmemiş olsalar da Portekiz’in ‘kilise’ ile birlikte Japonya’daki varlığı, bu varlığın sömürgeci boyutu ve yerel iş birlikçilerle olan ilişkisi anlatının arka plandaki güçlü ögelerinden. İlk anlatıda, daha dini (Katolik/Protestan) bir ayrım inşa edilirken burada meselenin sömürge niyeti gizlenmiyor. Hatta yer yer John’un söylemlerinden İngiliz çıkarlarını temsil ettiğini de anlayabiliyoruz. Ki bu karakterin buradaki yorumu daha tekinsiz ilkine göre. İlk anlatıda John, ‘Doğu’ya gelmiş ve gördükleri karşısında hayret/dehşet dengesinde gezinen bir yorumla var olmuştu. Marco Polo anlatısına daha yakın duran dizi maharetine rağmen daha ‘Batılı’ kodlarla bezeliydi. İnsanların kazığa oturtulduğu bir kıtadan gelip Japonların şiddetine şaşırmak ancak böyle mümkün olur çünkü. Bu yorumda ise şiddete değil, Japon erkeklerinin tutarsız gururlarına şaşırıyor daha çok karakterimiz. Ayrıca John’un da İngiltere adına gizli bir ajandası olduğu hissi uyandırıyor yapım. Bir dikkat çekmemiz gereken nokta da hem Japonların hem de Batılıların birbirlerine karşı ön yargıları, küçümsemeleri ve yer yer ırkçı yorumlarının bugünün ruhuyla da örtüşüyor olması.

Bitirirken dizinin kurduğu görsel dünyaya dair de bir iki kelam edelim. Hikayenin ruhuna uygun bir görsel atmosfer inşa ediyor dizinin yaratıcıları. Günlük hayatın belirsizliği ve tedirgin ediciliği dış dünya ile bütünleştiriliyor. Gri bir hava, puslu ve kasvetli bir çerçeve. Öte yandan Japonya’nın günlük hayatının bir parçası olarak depremler de anlatının görsel dünyasının unsuru haline geliyor. İlkine göre, daha kirli ve daha karanlık bir dünya bu.

“Shogun”, dünyanın hemen her köşesinde keskin iktidar mücadelelerinin olduğu bu dönemde güncelle güçlü bir bağ da kuruyor. Suya tirit Netflix anlatılarına teşne olanların ‘ağır ve sıkıcı’ bulmaları muhtemel ama iyi hikaye ve görsel dil arayanlar için biçilmiş kaftan…

QOSHE - Aynı suda ikinci kez yıkanılır! - Şenay Aydemir
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Aynı suda ikinci kez yıkanılır!

41 1
30.03.2024

1965-1975 yılları arasında doğan kuşak için televizyonun belirleyiciliği çok yüksek bu ülkede. Kimimiz çok net, kimimiz parça parça da olsa dönemin popüler kültürünün içinde büyüdük. “Küçük Ev”den “Dallas”a, “Kökler”den “Flamingo Yolu”na… 1980’li yıllarda TRT’de yayımlanan bu diziler yalnızca bir televizyon ürünü değil, giderek günlük hayata içkin hale gelen birer fenomendiler. Sarışın genç kadınlar “Lucy”, kötü adamlar “Ceyar”, meraklılar “Komiser Kolombo”, acı çekenler “Köle Isaura” olarak kodlanıyordu günlük hayatta.

Bu dönemin önemli yapımlarından birisi de “Shogun” dizisiydi. James Clavell’in 1975 tarihli aynı adlı romanından 1980’de televizyona uyarlanan dizi, birkaç yıl sonra gösterildiği Türkiye’de de büyük bir heyecan yaratmıştı. Bu heyecanın, dönemin tek kanallı koşullarında ekranda gösterilen her şeye yönelik ilgi dışında da nedenleri vardı. İlki, güçlü bir iktidar entrikası inşa ediyordu yapım. İkinci olarak ustalıklı bir reji ve iyi bir oyuncu yönetimi söz konusuydu. Öte yandan dönemin dünya konjonktürü gereği Japonya “Gitmesek de görmesek de orada bir ülke var uzakta” diye anabileceğimiz mesafedeydi. Barış Manço henüz oralara gitmemiş, Sakıp Sabancı bir Japon otomotiv firmasının sahipleriyle ortaklık kurmak için ziyarete gittiğinde etrafına bakınıp “Demek ki zenginsen resim toplaman gerekiyor” diye düşünmemişti!

Dolayısıyla ilk “Shogun” dizisi bir yanıyla ‘Doğu’ya özgü bir iktidar entrikasının Batılı gözle izlendiği ama egzotizmin de eksik olmadığı “Soğuk Savaş” ruhuna uygun bir anlatıydı. Ancak köprünün altından çok sular aktı. ‘Soğuk Savaş’ sona erdi. Dünya ‘küreselleşti’, internetle........

© Evrensel


Get it on Google Play