Yoksul olduğumuzun farkında olmayabiliriz.

Farkında olana sözüm yok. Beraberiz. Hayatta kolaylıklar.

Ancak, emekçilerin önemli bir bölümü, mesela kamu emekçileri, mesela beyaz yakalılar, hatta sanayi işçileri, az çok düzenli gelire sahipse, yani ücreti çalışması karşılığında banka hesabına yatıyorsa…

Asgari ücretin biraz da üstündeyse…

Arada bir dışarıda döner, hamburger ve orta halli bir kebap yiyebiliyorsa…

Zaman zaman bira içebiliyorsa…

“Çok şükür”. Yoksul değildir. Kendini yoksuldan saymaz.

Komedyen Pınar Fidan, stand-up gösterisinde kendi yoksulluğunun idrakine varışının öyküsünü anlatır. Ailesinin parasızlıktan alamadığı bir şeyi okuldaki arkadaşında gördüğünde yoksul olduğunu hisseder. Daha doğrusu arkadaşı bu ihtimali kendisine bildirdiğinde, anlar. Babasının tepkisi, çaresiz ama öfkeli bir inkar olur.

Bir çocuğun yaşadığı koşulları hayatın doğal seyri sayması, herkesin öyle yaşadığını düşünmesi normal. Gördükleri ve deneyimledikleriyle durumun biraz farklı olduğunu zamanla anlar. Kimi zaman öfkelenir, kimi zaman üzülür. Bununla birlikte, sınıfsal eşitsizliğin yaralarını hayatı boyunca üzerinde taşır.

Geçtiğimiz Ramazan Bayramı’nda yoksulluğa ilişkin dikkat çeken bir haber vardı. İstanbul’da doğup büyüyen 17 yaşındaki bir genç, Ramazan Bayramı’nda belediye otobüsleri ücretsiz olduğu için, hayatında ilk kez Eminönü’ne gelebilmişti. Üç kişiydiler. Anne-babası feragat etmiş, bir tek o balık ekmek yiyebilmişti. Muhalif TV kanalları ve sosyal medya, adeta yoksulluğun fotoğrafını çekmişti. Haberi gören bizler, AKP’nin de mümessili olduğu bu hızlı yoksullaşma sürecini bir kez daha bilince çıkarmıştık. Her şey gözümüzün önündeydi: Yoksuldular.

Peki ya bu videoyu izleyenler? Eminönü’ne gidenler?

Yoksul değil miyiz?

Çocukken, kimse bize yoksul olduğumuzu söylemedi mi?

Her gün Eminönü’ne giden, otobüse binen, köprüden geçen, mekanlarda çalışan, balık ekmek satan ve alan, videonun çekildiği kamera kadrajına giren, Eminönü’ne ya da Taksim’e bir kez değil belki yüz kez gitmiş olanlar… Yani bizler… Yoksuluz.

Kiraların en iyi ihtimalle 15 bin TL olduğu bir kentte bir ya da iki asgari ücretle geçinme çabası içinde olanlar, yoksul değil de nedir?

Kafede kahve içtikleri, böylece “dükkanlar tıklım tıklım” dolu olduğu için mi yoksul değiller?

Sene boyunca köle gibi çalışıp bir hafta tatil için borca girmeyi ve aylarca borç ödemeyi göze aldıkları için mi?

Arada bir kendilerine kıyak yapıp dışarıda yemek yedikleri, arkadaşlarıyla buluşup iki bira içtikleri için mi yoksul değiller?

Habertürk Yazarı Nasuhi Güngör, birkaç gün önce, yoksulluğun abartılmaması gerektiğini ima ederek “Neden biz toplum olarak son 10 yılda çılgınlar gibi dışarıda yemek yiyoruz” diye sormuştu.

O çağ geçti.

Güngör ve yandaş medya taifesi 24 saat boyunca, “işe git, evinde televizyon seyret, uyu, sabah da işe gel ve bir ömür böyle yaşa” dese de, o devir geçti. İnsanlar dışarıda buluşmak, kahve içmek, tatile gitmek, konsere gitmek, insanca yaşamak istiyor. Bunlar lüks değil, ottan farklı yaşamın gerekleri.

Buradan geri dönüş yok.

İnsanlar bunları yapacak. Yapamazsa da eleştirecek, talep edecek.

Öte yandan… Bunları yapanlar zengin değil.

Çünkü, yoksullar kahve içmeye farklı villa ve evlerinin önünde, park halinde bulunan bir düzine lüks araçtan birisini seçip gitmiyor.

Masrafları ve gelecek hesabı düşünmeden tatilini canının istediği yerde ve istediği zamanda keyfince yapmıyor.

Yemeğini, menüsünde ıstakozun tavuk döner gibi durduğu, bizlerin hayal bile edemeyeceği restoranlarda yemiyor.

Elbette yoksulluk çeşit çeşit, aşama aşama.

Çöpten ekmek toplayıp, hiçbir geliri olmadan yaşamaya çalışanlar var bu ülkede. İnsanlık onurunu ayaklar altına aldılar. Açlık sınırında, öldürmeden yaşatmayı politika haline getirdiler. AKP Denizli Milletvekili Şahin Tin’in itiraf ettiği gibi, ölmeyip yaşadıklarına göre karınlarına kuru ekmek giriyor: “O zaman aç değil”ler.

Bununla birlikte derin yoksulluğun kendisi, üç kuruş ücretle yaşayanların yoksul olmadığı anlamına gelmiyor.

En dipteki yoksula bakıp yoksulluğu marjinalize ettiğimizde tam da egemenlerin istediği bir pembe tablo karşımıza çıkıyor. Ülkede yoksul sayısı resmi istatistiklerdeki gibi minimuma iniyor. Çevremizde yoksul kalmıyor. Dahası kimse kendini kolay kolay yoksul görmüyor. Mesela, Sudan’daki “aç” insanlara bakınca Türkiye’de, Türkiye’ye bakınca Almanya’da yoksulluk bitmiş oluyor.

Ancak yoksulluk, “çok şükür” demekle çözülmüyor.

“Bizden kötüsü var, biz fena değiliz” “çok şükür”ün seküler hali.

Vardığı yer kendine bakma yeteneğini kaybetmiş, garip ve temelsiz bir orta sınıf tevekkülü.

Kabul edelim, çoğumuz, bu yazıyı okuyanlarınsa tamamı; yoksuluz.

1 Mayıs’a birkaç gün kaldı.

Benzer bir durum işçiler için de geçerli.

Kendini yoksul görmeyen kredi kartı mahkumları; yine, üstü başı kir-pas içinde değilse, baret takması gerekmiyorsa, inşaattan düşüp ölme riski yoksa… Kendini işçi olarak görmeyebiliyor.

Başka bir tabaka. Mümkünse ortalarda bir yer.

Oysa, geçmişte kimi avantajlara sahip, bir tür orta sınıf hülyası içindeki beyaz yakalılar ve profesyonel meslek sahipleri olağanüstü bir yoksullaşma süreci yaşadı. Bir kısmı -hakkını yemeyelim- orta sınıf iken, iktidarın ve sermayenin gayet bilinçli politikasıyla işçileşti. İktidar, üniversiteleri yayıp milyonlarca ve milyonlarca beyaz yakalı ürettiğinde, beyaz yakalının değeri azaldı, ücreti düştü, geçimi asgari ücrete endekslendi.

Öyleyse…

Gayrettepe metro durağında, sabah 8 ve akşam 6 sularında, koridorları on binlerle dolduran, sıkış tıkış metro-metrobüs kovalayan, şık ve prezantabl beyaz yakalı büro çalışanlarınınkiyle, işe özel şoförüyle gelen patronların yakası arasında bir fark yok mu?

Görüntü açısından olmayabilir. Ancak fiyat açısından var. İki yaka karşılaştırmayla dahi yan yana gelemiyor.

Eskiden, daha doğrusu epeyce eskiden, büro çalışanı işverenin temsilcisi, vekili ya da sırdaşı olabilirdi. Gerekiyorsa, biraz da abartalım: Görev, otorite, ücret, istihdam güvencesi açısından işçiden çok patrona yakındı. Yeşilçam taktiklerini hayata geçirince patronun kızı ile evlenebilirdi.

“Güzel mazi”de bir avuç insan için geçerli olan bu garip efsanenin yerinde bugün yeller esiyor. Beyaz yakalı patronun “sağ kolu” olmak bir yana, ömrü boyunca şahsı görmeyebiliyor.

Düşük ücretle, artan mesai saatleriyle, iş yoğunluğu, stres ve yönetici baskısı altına çalışan beyaz yakalı işçilerin sayısı milyonları buldu. Beyaz yakalı işsizliği genel orandan daha yüksek: %11,3. Tablo, tam da AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tarif ettiği gibi: “‘Efendim işte işsizlik var’ [diyorlar], olabilir, her üniversiteyi bitiren iş sahibi olacak diye de bir şey yok.”

Hekimlerin durumu tipik bir örnek. Hem mesai saatlerinin uzunluğu hem de işin yoğunluğu, üstüne bir de şiddet ve hukuki riskler bakımından, doktorların çalışma koşullarının pek de matah olmadığı biliniyor. Çok sayıda hekim ve tıp öğrencisi, tam da bu koşullar nedeniyle yurtdışına gitme hesabı ve çabası içinde. İşçileşme de cabası: 1995 yılında hekimlerin %15’i kendi muayenehane ya da kliniğinde çalışırken, 2022 yılında bu oran %3,6’ya kadar düştü.

Bütün bunlar rastlantı değil. Hepsi, farklı emekçi gruplarının adım adım sermaye ilişkisine dahil olması, işçi-sermaye çatışmasının giderek tüm topluma yayılmasıyla ilgili.

Dolayısıyla, 1 Mayıs, beyaz yakalının diğer işçilere havale edip burun kıvıracağı “kendi dışındaki işçi” günü değil. Salt “işçilerle dayanışma” için katılıp gönlünü rahatlatacağı bir gün hiç değil. Görece yüksek eğitim almış işçiler olarak bizzat kendi sorunları ve gelecekleri için iktidara ve sermayeye karşı durmaları gereken bir mücadele günüdür.

QOSHE - Marjinalleştirme hatası: Kim yoksul, kim işçi? - Arif Koşar
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Marjinalleştirme hatası: Kim yoksul, kim işçi?

49 1
29.04.2024

Yoksul olduğumuzun farkında olmayabiliriz.

Farkında olana sözüm yok. Beraberiz. Hayatta kolaylıklar.

Ancak, emekçilerin önemli bir bölümü, mesela kamu emekçileri, mesela beyaz yakalılar, hatta sanayi işçileri, az çok düzenli gelire sahipse, yani ücreti çalışması karşılığında banka hesabına yatıyorsa…

Asgari ücretin biraz da üstündeyse…

Arada bir dışarıda döner, hamburger ve orta halli bir kebap yiyebiliyorsa…

Zaman zaman bira içebiliyorsa…

“Çok şükür”. Yoksul değildir. Kendini yoksuldan saymaz.

Komedyen Pınar Fidan, stand-up gösterisinde kendi yoksulluğunun idrakine varışının öyküsünü anlatır. Ailesinin parasızlıktan alamadığı bir şeyi okuldaki arkadaşında gördüğünde yoksul olduğunu hisseder. Daha doğrusu arkadaşı bu ihtimali kendisine bildirdiğinde, anlar. Babasının tepkisi, çaresiz ama öfkeli bir inkar olur.

Bir çocuğun yaşadığı koşulları hayatın doğal seyri sayması, herkesin öyle yaşadığını düşünmesi normal. Gördükleri ve deneyimledikleriyle durumun biraz farklı olduğunu zamanla anlar. Kimi zaman öfkelenir, kimi zaman üzülür. Bununla birlikte, sınıfsal eşitsizliğin yaralarını hayatı boyunca üzerinde taşır.

Geçtiğimiz Ramazan Bayramı’nda yoksulluğa ilişkin dikkat çeken bir haber vardı. İstanbul’da doğup büyüyen 17 yaşındaki bir genç, Ramazan Bayramı’nda belediye otobüsleri ücretsiz olduğu için, hayatında ilk kez Eminönü’ne gelebilmişti. Üç kişiydiler. Anne-babası feragat etmiş, bir tek o balık ekmek yiyebilmişti. Muhalif TV kanalları ve sosyal medya, adeta yoksulluğun fotoğrafını çekmişti. Haberi gören bizler, AKP’nin de mümessili olduğu bu hızlı yoksullaşma sürecini bir kez daha bilince çıkarmıştık. Her şey gözümüzün önündeydi: Yoksuldular.

Peki ya bu videoyu izleyenler? Eminönü’ne gidenler?

Yoksul değil miyiz?

Çocukken, kimse bize yoksul olduğumuzu söylemedi mi?

Her gün Eminönü’ne giden, otobüse binen, köprüden geçen, mekanlarda çalışan, balık ekmek satan ve alan, videonun çekildiği kamera kadrajına giren, Eminönü’ne ya da Taksim’e bir kez değil belki yüz kez gitmiş olanlar… Yani bizler… Yoksuluz.

Kiraların en iyi ihtimalle 15 bin TL olduğu bir kentte bir ya da iki asgari ücretle geçinme çabası içinde olanlar, yoksul değil de nedir?

Kafede kahve içtikleri, böylece “dükkanlar tıklım tıklım” dolu olduğu için mi yoksul değiller?

Sene boyunca köle gibi çalışıp bir hafta tatil için borca girmeyi ve aylarca borç ödemeyi göze aldıkları için mi?

Arada bir kendilerine kıyak yapıp dışarıda yemek yedikleri, arkadaşlarıyla buluşup iki bira içtikleri için mi yoksul değiller?

Habertürk Yazarı........

© Evrensel


Get it on Google Play