Biz gazeteciler yazıda insanları konuşturmayı bilmiyoruz. Haberlerde, özellikle röportajlarda birçok insanla konuşuyoruz, ama onları kanlı canlı konuşturamıyoruz. Ya hiç söz vermiyoruz onlara, kendi anlatımız içinde eritiyoruz ya da ağızlarından çıkan her sözü uzun alıntılar halinde veriyoruz.

Yeni çıkan bir röportaj kitabı çok güzel diyalog örnekleriyle dolu: Turgut Çeviker’in derlediği Yoksul Evler (Kor Kitap). Akşam gazetesi için 1956’da çok çocuklu ailelerle yapılmış röportajlar var kitapta. Röportajları yapanlar: Orhan Kemal, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, İsmet Yenisey, Remzi Tozanoğlu. Anday, bir yazısında (Gökyüzü Haritası, Everest Yayınları), bu röportaj dizisinin bazı bölümlerinin sansürlendiğini söylüyor.

Önce bir açıklama: Röportaj deyince soru-cevap metninden behsetmiyorum, Türkiye’de biraz böyle anlaşılıyor ve tanımlanıyor röportaj. Oysa röportaj bir konuyu ele alıp didikleyen, el verdiğince etraflıca anlamamız sağlayan metinlerdir. Kubbealtı Lugatı şöyle veriyor röportajın karşılığını: “Bir olayı araştırma, soruşturma şeklindeki gazete ve dergi yazısı.” Bu kitaptakiler de böyle; çok çocuklu aileler genellikle yoksul olduğu için yoksulluğun sergilenişi, dile gelişidir Yoksul Evler.

Yazarların dili sade, kimi zaman konuşur gibi. Ziyaret ettikleri kişilerle konuşurken de aynı sade, gündelik dil içindeler. Zaten röportajları yapanların üçü çok usta yazar, iki gazeteci de onlara kalem uydurmayı bilmiş. O zamanki gazetecilerimiz bugünkiler gibi itici, klişelerle dolu bir dille konuşmuyorlar mıymış ne.

Daha dikkat çekici olan, konu ettikleri insanların dilinin tazeliği, güzelliği. Bu kişilerin yoksulluk yüzünden doğru dürüst eğitim görmemiş oduklarını da hesaba katın. Kitabı okurken şu geldi aklıma: Acaba artık o tazelikle konuşamıyor muyuz, o diri ve duru dili neden kaybettik? Tamam, eğitimin kalitesi düştü falan, ama kabahati yine medyaya, gazetecilere yükledim ben. Kimse gazete, dergi okumuyor artık herhalde, ama televizyon seyrediyor milyonlarca insan, internette videolara bakıyorlar, haber dinliyor ya da okuyorlar. Bütün bunların dili berbat, çünkü gazetecilerimiz saçmasapan, çirkin, yanlış bir medya diliyle konuşup yazıyor. Sürekli çirkin bir dile, klişelere, kalıplara maruz kalan insanların dili de çürüyor belki. Neyse, bu başka ve geniş bir konu, belki de yanılıyorumdur, insanlarımız çok güzel konuşuyordur.

Bakın nasıl Oktay Rifat’ın dili, yedi çocuklu bir kadını konu ettiği röportajında:

“Rüveyde Kışnar’ın çocuklariyle barındığı yer Diyojen’in fıçısı gibi bir şey. Bir yarık, bir göz, bir de önü çuvalla kaplı aptesane. Kulübenin penceresinde gene de bir iki saksı var. Kulübenin içinde ayakta durulmuyor. Çatı tahtalarının arasından gök yüzü görünüyor.

– İçeri yağmur yağmaz mı? diye soruyorum.

Bir minder, bir de döşek. Duvar dibinde leğenin içinde çarliston biberler, dişlenmiş, didiklenmiş iki somun.

Rüveyde hanım da, oğlu yirmi yaşındaki Salim Kışnar da hayatlarından memnun görünüyorlar. Salim Kışnar çakı gibi bir delikanlı. Üstünde bir tire fanile, bir asker pantolonu. Ayağına annesinin çarpık iskarpinlerini geçirmiş. Başıbozukluğu, iş tutmadığı, sabahtan akşama kadar asmanın altında değnek yontduğu belli.

– Evlendir bunu, diyorum, Rüveyde hanıma.”

Melih Cevdet yedi çocuklu Dikmen ailesinin evinde:

“- Kaç ekmek gider günde?

– Dört ekmek gider.

Gelelim çocuklara… En büyükleri Sevim, yirmi dört yaşında, ilkokulun dördüncü sınıfından ayrılmış. Bir terzinin yanında dikiş öğreniyor.

Ondan sonra Ali geliyor. Yirmi iki yaşında imiş. Onu göremedik. Bursa hapishanesinde dört yıldır. Bir kaza çıkmış elinden. Biriyle atışmışlar, derken iş vuruşmaya dönmüş, çakı filan çıkmış ortaya. Ölmüş öbürü.

– Talihsizlik, diyor annesi, bizimki iki defa vurmuş, fazla değil… Sen gel öl.”

Melih Cevdet’in dili sade mi sade, ama diyalogu nasıl kullandığına dikkat ettiniz mi? Sıradan mı sıradan bir çift lafın ardından kısa cümlelerle iki kişiyi tanıtıyor ve sonra oğlunun işlediği cinayeti “Günde dört ekmek yeriz” aleladeliğiyle söyleyen anne.

Melih Cevdet kimi ne zaman nasıl konuşturacağını öyle iyi biliyor ki. Sekiz çocuğundan dördünü kaybeden kundura boyacısı Hasan Köstek’le konuşuyor:

“- Demek dördü öldü, öyle mi?

– Evet.

– Hangi hastalıktan?

Elini sallaya sallaya:

– Kızamıktan, zatürrieden… diye birbiri arkasına sayıyor.

– Hepsi mi canım? Mesela birincisi neden gitti?

– Zatürrieden.

– İkincisi?

– Kızamıktan.

– Üçüncüsü?

– Üçüncüsü kapıdan düştü, öldü.

Kapıdan nasıl düştüğüne pek aklım ermedi, ama üstelemedim.

– Dördüncüsü?

– Dördüncüsü kendiliğinden öldü.

– Nasıl yani?

– Yani hastanede… Kimse karışmadı.”

Bu bilgileri babayı konuşturmadan verseydi bu denli etkili olmayacaktı.

Orhan Kemal de yedi çocuklu postacı Bahri Çetintaş’a soruyor:

“- Kış geliyor. Odun, kömürden ne haber?

Bu konu her zaman daha çok bayanları ilgilendirir.

Eşi cevapladı:

– Sormayın. Odun yakıyoruz ama, henüz alamadık. Yıldan yıla altı, yedi çeki yakarız. Odun ateşinin hükmü olmuyor. Hele zemherilerde, karakışta.

– Siz de sinemayı sever misiniz?

Eşine manalı manalı baktı:

– Severiz ama, babamız yerimize sık sık gider.”

En iyi öğrenme yolu iyi örnek okumaktır, bol bol. Biz gazetecilerin editörüyle, muhabiriyle öğrenmeye ihtiyacımız var, pek çoğumuz farkında değiliz ama bunun, yazıyoruz, okunuyor ya, diye düşünüyorlar herhalde. Bizi kötü yazılmış haberlere, röportajlara mahkum ediyorlar. Daha iyisi olmayınca n’apacaksın, kusa kusa okuyoruz birkaç cümlelik bilgiyi süzmek için.

Bu kitap iyi örneklerle dolu, röportaj yazacaklar için, röportaj ödülü verecek jüriler için de.

Diken’de yayımlanan son yazınızın bir bölümünde: “Bilgili, bilinçli, zihni açık, Türkçesi düzgün okurlara güvenilebilir bir tek. Onlar harekete geçmeli, kınamalı, eleştirmeli, uyarmalı, kızmalı…” demişsiniz. Ben de öyle yaptım… (Çok bilgili olduğum için değil.) Bu ülkede, üniversite hattâ ortaokul eğitimi almış her insanın farkedebileceği yazım ve noktalama yanlışı ile dolu bir haberi, ilgili gazeteye ileti atarak bildirdim. Hiç ciddiye alınmadığı gibi hâlâ aynı özensizlik istikrarla(!) devam etmekte. Vahim olan ise, bütün bunların, muhalif gazetecilik yapma özgörevi edinmiş gazetelerde olması… Berna Kalav

MAD: Berna Hanıma hangi gazeteden bahsettiğini sordum, “Gazete Duvar” dedi ve şunları gönderdi:

Birinci haberde “200 yıllık silah” başlığı atılmış. Ancak içerikte Tunç Çağı döneminden olduğunu okuyoruz.

İkinci haberde “G. Kore’de bıçaklı saldırı” haberinin ön açıklamasında [spotunda] “düzenlendi” ifadesi yer almış. Ancak saldırıyı bir kişi gerçekleştirdiği için bu durum anlatım bozukluğuna neden olmuş.

Ben “uzun yıllar”ı çok “uzun yıllardır” severek kullanıyorum. Buradaki “uzun” sıfatı yılların uzunluğunu değil, çok zaman geçtiğini, çok yıllar geçtiğini ifade ediyor bence. Kullanmakta bir sakınca görmüyorum. Yosum Kurtulmaz – X’teki paylaşımı.

QOSHE - Üç ustadan diyalog dersleri - Mustafa Dağıstanlı
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Üç ustadan diyalog dersleri

11 0
26.11.2023

Biz gazeteciler yazıda insanları konuşturmayı bilmiyoruz. Haberlerde, özellikle röportajlarda birçok insanla konuşuyoruz, ama onları kanlı canlı konuşturamıyoruz. Ya hiç söz vermiyoruz onlara, kendi anlatımız içinde eritiyoruz ya da ağızlarından çıkan her sözü uzun alıntılar halinde veriyoruz.

Yeni çıkan bir röportaj kitabı çok güzel diyalog örnekleriyle dolu: Turgut Çeviker’in derlediği Yoksul Evler (Kor Kitap). Akşam gazetesi için 1956’da çok çocuklu ailelerle yapılmış röportajlar var kitapta. Röportajları yapanlar: Orhan Kemal, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, İsmet Yenisey, Remzi Tozanoğlu. Anday, bir yazısında (Gökyüzü Haritası, Everest Yayınları), bu röportaj dizisinin bazı bölümlerinin sansürlendiğini söylüyor.

Önce bir açıklama: Röportaj deyince soru-cevap metninden behsetmiyorum, Türkiye’de biraz böyle anlaşılıyor ve tanımlanıyor röportaj. Oysa röportaj bir konuyu ele alıp didikleyen, el verdiğince etraflıca anlamamız sağlayan metinlerdir. Kubbealtı Lugatı şöyle veriyor röportajın karşılığını: “Bir olayı araştırma, soruşturma şeklindeki gazete ve dergi yazısı.” Bu kitaptakiler de böyle; çok çocuklu aileler genellikle yoksul olduğu için yoksulluğun sergilenişi, dile gelişidir Yoksul Evler.

Yazarların dili sade, kimi zaman konuşur gibi. Ziyaret ettikleri kişilerle konuşurken de aynı sade, gündelik dil içindeler. Zaten röportajları yapanların üçü çok usta yazar, iki gazeteci de onlara kalem uydurmayı bilmiş. O zamanki gazetecilerimiz bugünkiler gibi itici, klişelerle dolu bir dille konuşmuyorlar mıymış ne.

Daha dikkat çekici olan, konu ettikleri insanların dilinin tazeliği, güzelliği. Bu kişilerin yoksulluk yüzünden doğru dürüst eğitim görmemiş oduklarını da hesaba katın. Kitabı okurken şu geldi aklıma: Acaba artık o tazelikle konuşamıyor muyuz, o diri ve duru dili neden kaybettik? Tamam, eğitimin kalitesi düştü falan, ama kabahati yine medyaya, gazetecilere yükledim ben. Kimse gazete, dergi okumuyor artık herhalde, ama televizyon seyrediyor milyonlarca insan, internette videolara bakıyorlar, haber dinliyor ya da okuyorlar. Bütün bunların dili berbat, çünkü gazetecilerimiz saçmasapan, çirkin, yanlış bir medya diliyle konuşup yazıyor. Sürekli çirkin bir dile, klişelere, kalıplara maruz kalan insanların dili de çürüyor belki. Neyse, bu başka ve geniş bir konu, belki de yanılıyorumdur, insanlarımız çok güzel konuşuyordur.

Bakın nasıl Oktay Rifat’ın dili, yedi çocuklu bir kadını konu ettiği........

© Diken


Get it on Google Play