Soğuktu, kadın onu bulmak istiyordu. Gidip gitmemek arasında bocaladı bir an. Otobüse binmeyi istememişti, arabasını çalıştırdı. Benzini kontrol etti. Benzin azdı belki eve kadar götürürdü. Gitmek; çok uzun mesafe, eve dönmeliydi. Cüzdanını kontrol etti elli lirası vardı. Güldü. Gitmek istiyordu. Kartlarına baktı, biri ödenmemiş diğerinin ödeme günü de yaklaşıyor. Yine de limiti olabilirdi. Denemek istedi. Telefonu çaldı. Bakmak istemedi. Arabayı sürdü.

Benzin istasyonuna gidecekken vazgeçti, arabayı sola kırdı, biraz yol aldı. Bir ağacın altında durdu. Düşündü. Gitmek istiyordu, eli telefonunu aradı. Bir fotoğrafı açtı. Baktı, baktı. Gitmeliydi. Dar sokaklara girdi, bilmediği sokaklarda onu aradı.

İbrahim çıktı karanlığın içinden. Arabayı durdurdu, İbrahim bindi. Hiç konuşmadan gittiler. Yol uzadı, bitmek bilmedi. Eve geldiklerinde henüz erkendi ama kadın için çok geç bir vakitti. Yattı. Biraz uyumuştu ya da uyuduğunu düşünerek kendini kandırmıştı.

*

Ertesi sabahtı, güneşli bir gün. İbrahim kalkmıştı, kahvesini yapmış, balkondan manzarayı seyrediyordu. ‘’Sana da yapmamı ister misin?’’ diye sordu, olur anlamında başını salladı kadın. ‘’Niye konuşmuyorsun benimle?’’ diye sordu İbrahim, kadın omuz silkti. İbrahim masaya para bıraktı, ‘’Bu ay bu kadar verebileceğim sana,’’ dedi, ‘’gittiğim yerde bu sefer bir buçuk ay kalacağım. İdare edebilecek misin?’’ Kadın yine susuyordu. İbrahim çantasını aldı, kapının orada durarak kadına baktı.

İbrahim bir ses duydu: ‘’Güle güle ağabey. Ölme olur mu?’’ İbrahim gülümsedi, kardeşi onunla konuşmuştu.

Kadın balkonda oturmaya devam etti, dağlara baktı, denizin çok az görünen kısmından maviliğe uzandı bakışları. Onu görmek istiyordu. En son görmeye gittiği günü düşündü. Yağmur yağıyordu, elinde tuttuğu şemsiye siyahtı, onu görmüştü, başıyla gel gibisinden işaret etmişti adam. Kadın gitmişti, karşılıklı hiç konuşmadan bir saat mi oturmuşlardı. ‘’Olmuyor,’’ demişti adam, ‘’bir daha gelme buraya.’’ Kadın hiçbir şey söylemeden kalkmıştı masadan tek kelime etmeden sadece adam konuştu, kadına kalkmak düştü ve gitmek.

Mahalleden bir seyyar satıcı geçiyordu. ‘’Simitlerim var, taze simitler, sıcacık…’’ kadın balkonda duran sepeti aşağıya bıraktı. ‘’Bir simit,’’ diye seslendi. Simit yukarıya çıkmıştı. Aldı onu, ufacık ufacık böldü, balkonun bir kısmına simit kırıklarını bıraktı. Kalan kısmını kahvesinin içine batırıp yemeye çalıştı.

*

Dışarı çıkmak için güzel bir gündü. Hazırlandı, balkon masası üzerinde duran parayı aldı. Bankaya geldiğinde henüz öğle olmamıştı. Sıraya girdi, ödemesi gereken faturaları ve kartına ait borcunu ödedi. Ev sahibinin hesabına havale çıkardı. Elindeki paraya baktı, bir buçuk ay boyunca bu parayla idare edecekti. Az harcamalıydı. Kendi yaptığı tablolar satılmıyordu. Atölyeye gitmeyi düşündü bir an. Atölye Fikret’e aitti. Belki ona acıdığından bir köşesinde resim yapmasına müsaade ediyordu Fikret. İki ay önce bir tablosu satılmıştı. On bin lira kazanmıştı. Otuz bin lira fiyat biçtiği tabloyu on bin liraya vermişti. Fikret’in durumu da ondan farklı değildi. Hiç değilse Fikret babasından dolayı şanslıydı. Atölye Fikret’in babasınındı bir de babadan kalma birkaç mülkü daha vardı.

Telefonuna e-posta geldi, açtı. ‘’Gizem Taş,’’ bir borç hatırlatması. Telefonu kapattı. Artık bir ismi de vardı. Hiç sevmezdi ismiyle çağrılmayı. Herkes de bilirdi bunu. İsmiyle seslenmezlerdi. Sevmiyordu, ‘’İsimsiz demenizi tercih ederim,’’ diyordu. O vermişti ismini, O… istemiyordu. Bu yüzden İsimsiz diyordu arkadaşları. Bugün de isimsizdi, yarın da isimsiz, öbür gün de isimsiz.

İsimsiz, atölyeye gitti. Kapıyı anahtarla açtı. Fikret henüz ortalarda görünmüyordu. Atölyenin kendine ayrılan bölümüne geçti. Boyalarını aldı. Resim yapmaya başladı. Bir saat mi çalışmıştı ya da belki iki saat. Bir ses duydu. ‘’İsimsiz,’’ diyordu ses ‘’çay içer misin?’’ İsimsiz ‘’Evet,’’ dedi. Elindeki fırçayı bırakıp çayı aldı. Fikret’le birlikte atölyenin bahçesine çıktılar. İki bina arasına sıkışmış elli metrekarelik, güneş almayan bahçede karşılıklı oturdular. Fikret sigara uzattı, İsimsiz hayır anlamında başını salladı. ‘’Geldi mi?’’ diye sordu. ‘’Gitti,’’ diye cevap verdi İsimsiz. ‘’Ne de çabuk gitmiş, bir uğrar diye ümit etmiştim. Nasıldı?’’ İsimsiz düşündü, ‘’Sanırım iyiydi,’’ diye cevap verdi.

*

Atölyeden çıktı, nereye gittiğini bilmeden yürüdü. Cihangir’e gelmişti, bir kafeye girdi. Telefonunu çıkardı, onun fotoğrafına baktı, kapattı. Bir kahve söyledi…

Pencerenin önünde annesiyle ablasını bekliyordu. Üzerinde naylondan bir elbise vardı. Çok yağmur yağıyordu. Evde yalnızdı, uyandığında annesi, ablası yoktu. Komşuların haykırışlarını duydu bütün gün. ‘’Böyle giderse diyorlardı bütün evleri su basacak.’’ Evleri su basacakmış, kokudan ahşap evin üst katına çıktı. Pencereyi açıp annesini beklemeye başladı. Karşıdaki evden Mümin ağabey seslendi, ‘’Gizem annen nerede? Evde yalnız mısın?’’ O vakitler insanların ona gerçek ismiyle seslendiği vakitlerdi. Gizem, ‘’Yok,’’ dedi. Gözleri yaş doluydu ama ağlamadı. ‘’İstersen bize gel,’’ dedi. Gizem olmaz anlamında omuz silkti. İçeriye girdi. Divanın altındaki seleyi çekti. İçindeki bütün kıyafetleri yere yıkıp katlamaya başladı. Bir tanesini aldı. Üzerindeki naylondan elbiseyi çıkarıp ‘Kat Elbisesini’’ giydi. Çok severdi onu. Pencerenin önünde oturmaya devam etti. Annesini gördü, geliyordu. Ama ablası yoktu.

Eve geldiğinde akşam olmuştu. Balkona çıktı direkt, İbrahim’in oturduğu sandalyeye yaptığı bir tabloyu koydu. O tablonun içinde İbrahim vardı. Dayanamıyordu yalnızlığa. Konuşmaya başladı. Gerçeğiyle değil, tablosuyla konuşuyordu. ‘’O gün ablam gelmedi,’’ dedi ona, sessizce ağlamaya başladı. İbrahim susuyordu. ‘’Niye gelmedin? Neden kurtarmadın?’’ diye sordu. İbrahim susuyordu. ‘’Gizem,’’ dedi bir müddet sonra. ‘’İsimsiz,’’ diye bağırdı Gizem. ‘’İsimsiz,’’ dedi İbrahim. ‘’Kaç kere söyleyeceğim, bilmiyordum, uzaklardaydım.’’ İsimsiz ağlıyordu. İçeriye girdi. Kendini koltuğun üstüne bıraktı.

*

Annesi o gün kucağında bir bebekle gelmişti, kendisi de komşu kadının elinde evine. Annesinin kucağındaki bebeğe baktı. ‘’Kim bu?’’ diye sordu. ‘’Ablanın bebeği,’’ diye cevap verdi annesi. ‘’Ablam nerede?’’ sorusu yanıtsız kaldı. Bir daha ablasını hiç göremedi, annesinin demesine göre ablası cennete gitmişti, bir hastane odasında doğum yaparken ölmüştü ablası. Henüz on altısındaydı. Bebek onlarla bir hafta kaldı. Sonra otuz yaşlarında bir adam gelip aldı onu. Annesi, babası demişti, bebeğin babası demek bu şekilsiz adamdı. Hiç sevmemişti onu. O kadar tatlı bir bebeğin babası bu adam nasıl olabilirdi? Artık bebek de yoktu, ablasına ait anılar da yok olup gitmişti sanki, içi boşalmıştı.

*

Fikret telefon etti, bir tablosu satılmış, haber veriyordu. Teşekkür edip kapatmadan evvel bir ses duyduğunu sandı. Bir müddet bekledi. Fikret anlamış gibi ‘’O burada,’’ dedi. ‘’Gelecek misin? Birkaç gün buralardaymış.’’ Cevap vermedi İsimsiz. Ne diyecekti ki? Telefon kapandı.

İki gün atölyeye uğramadı, yanından bile geçmemeye gayret ediyordu. Aklı sürekli olarak siyah şemsiyeyle sevdiği adamı beklediği günün vakitlerinde geziniyordu. O gün hiç dikkat etmediği ayrıntıları bugün hatırlaması ne tuhaftı. Yolda gördüğü pembeli kadın, binalar, ağaçlar…

Bursa’ya gitmek için bilet aldı. Yanına aldığı küçük bir çantayla otobüse bindi. Çocukluğuna ait anıları canlandı gözünde. Ablasına gidiyordu. Mezarlığa geldiğinde içeriye giremedi. Mezarın yerini hatırlamıyordu ki. Şehir merkezinde dolandı durdu. Çocukluğunun geçtiği sokağı sora ede, zor çıkardı. Evlerinin olduğu yerde bir apartman vardı şimdi. Hatırladığı sokaktan eser yoktu. Başında bekledi sokağın. On yaşında ayrıldığı bu sokakta belki tanıdık bir yüz bulurum diye ümitlenerek yürüdü. Her şey değişmişti, her şey yabancıydı. Saatine baktı. Karanlık çökmeden ablasının mezarını ziyaret etmek istiyordu. Yürüdü. Mezarlığın girişindeki küçük kulübeyi gördü, yanına gitti, kulübenin penceresini tıklattı. Bir adamın başı uzandı dışarıya. ‘’Bir mezarın yerini soracaktım,’’ diye konuştu, adamın cevap vermesini beklemeden ‘’Özlem Taş,’’ diye söyledi. ‘’1990 yılında öldü.’’ Adama doğru çaresizce baktı. Adam kulübesinden çıktı, ‘’Gelin bakalım benimle, eski mezarlar bu tarafta,’’ dedi. Eski mezarlar bu tarafta sözü kafasının içinde yankılanıyordu. Eski mezarlar bu tarafta. Eski, eski, eski… Onun unutamadığı menekşe gözlü ablası eski bir mezara dönüşmüştü. Yarım saat aradılar. En sonunda bir mezarın başında durdular, ‘’Özlem Taş, doğum tarihi 1974 ölüm tarihi 1990,’’ diye okudu adam ‘’baba adı,’’ diye devam edecekti ki ‘’Tamam,’’ diye bağırdı Gizem ‘’tamam, bu mezar, teşekkür ederim.’’ Artık yine Gizem’di. Ablasının Özlem olduğu gibi. Yere oturdu, mezarın yanı başına. Sevdi toprağını, ağladı. Çok özlemişti onu. Özlem bir özlemdi artık onun için. Ablasını ardında bıraktı, gara doğru yürümeye başladı.

*

Hiç kapanmayacak yaralar, anlaşamadığı insanlar, ayak uyduramadığı bir hayat uzanıyordu önünde. Denemeliydi belki de çaba göstermeliydi. İbrahim için ya da uzak bir memlekette yaşayan annesi için. Annesine cevap vermeli miydi? Mektuplarına yanıt yazmalı mıydı?

Eve geldiğinde kapıya iliştirilmiş bir not buldu. Açtı, ‘’Beni ara,’’ yazıyordu. İçeriye girdi, ışığı yaktı. Notu yırtıp attı. Artık geçmişte yaşamaktan vazgeçecekti. O’nu unutacaktı.

Eline bir kâğıt ve kalem aldı, bir müddet bekledi. Sonra yazmaya başladı. İlk kelimesi Anneydi.

Burcu BOLAKAN

QOSHE - Arayış - Burcu Bolakan
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Arayış

12 0
07.04.2024

Soğuktu, kadın onu bulmak istiyordu. Gidip gitmemek arasında bocaladı bir an. Otobüse binmeyi istememişti, arabasını çalıştırdı. Benzini kontrol etti. Benzin azdı belki eve kadar götürürdü. Gitmek; çok uzun mesafe, eve dönmeliydi. Cüzdanını kontrol etti elli lirası vardı. Güldü. Gitmek istiyordu. Kartlarına baktı, biri ödenmemiş diğerinin ödeme günü de yaklaşıyor. Yine de limiti olabilirdi. Denemek istedi. Telefonu çaldı. Bakmak istemedi. Arabayı sürdü.

Benzin istasyonuna gidecekken vazgeçti, arabayı sola kırdı, biraz yol aldı. Bir ağacın altında durdu. Düşündü. Gitmek istiyordu, eli telefonunu aradı. Bir fotoğrafı açtı. Baktı, baktı. Gitmeliydi. Dar sokaklara girdi, bilmediği sokaklarda onu aradı.

İbrahim çıktı karanlığın içinden. Arabayı durdurdu, İbrahim bindi. Hiç konuşmadan gittiler. Yol uzadı, bitmek bilmedi. Eve geldiklerinde henüz erkendi ama kadın için çok geç bir vakitti. Yattı. Biraz uyumuştu ya da uyuduğunu düşünerek kendini kandırmıştı.

*

Ertesi sabahtı, güneşli bir gün. İbrahim kalkmıştı, kahvesini yapmış, balkondan manzarayı seyrediyordu. ‘’Sana da yapmamı ister misin?’’ diye sordu, olur anlamında başını salladı kadın. ‘’Niye konuşmuyorsun benimle?’’ diye sordu İbrahim, kadın omuz silkti. İbrahim masaya para bıraktı, ‘’Bu ay bu kadar verebileceğim sana,’’ dedi, ‘’gittiğim yerde bu sefer bir buçuk ay kalacağım. İdare edebilecek misin?’’ Kadın yine susuyordu. İbrahim çantasını aldı, kapının orada durarak kadına baktı.

İbrahim bir ses duydu: ‘’Güle güle ağabey. Ölme olur mu?’’ İbrahim gülümsedi, kardeşi onunla konuşmuştu.

Kadın balkonda oturmaya devam etti, dağlara baktı, denizin çok az görünen kısmından maviliğe uzandı bakışları. Onu görmek istiyordu. En son görmeye gittiği günü düşündü. Yağmur yağıyordu, elinde tuttuğu şemsiye siyahtı, onu görmüştü, başıyla gel gibisinden işaret etmişti adam. Kadın gitmişti, karşılıklı hiç konuşmadan bir saat mi oturmuşlardı. ‘’Olmuyor,’’ demişti adam, ‘’bir daha gelme buraya.’’ Kadın hiçbir şey söylemeden kalkmıştı masadan tek kelime etmeden sadece adam konuştu, kadına kalkmak düştü ve gitmek.

Mahalleden bir seyyar satıcı geçiyordu. ‘’Simitlerim var, taze simitler, sıcacık…’’ kadın balkonda duran sepeti aşağıya bıraktı. ‘’Bir simit,’’ diye seslendi. Simit yukarıya çıkmıştı. Aldı onu, ufacık ufacık böldü, balkonun bir kısmına simit kırıklarını bıraktı. Kalan kısmını kahvesinin içine batırıp yemeye çalıştı.

*

Dışarı çıkmak için güzel bir gündü. Hazırlandı, balkon masası üzerinde duran parayı aldı. Bankaya geldiğinde henüz öğle olmamıştı. Sıraya girdi, ödemesi gereken faturaları ve kartına ait borcunu ödedi. Ev sahibinin hesabına havale çıkardı. Elindeki paraya baktı, bir buçuk ay boyunca bu parayla idare edecekti. Az harcamalıydı. Kendi yaptığı tablolar satılmıyordu. Atölyeye gitmeyi düşündü bir an. Atölye Fikret’e aitti. Belki ona acıdığından bir köşesinde resim yapmasına müsaade ediyordu Fikret. İki ay önce bir tablosu satılmıştı. On bin lira kazanmıştı. Otuz bin lira fiyat biçtiği tabloyu on bin liraya vermişti. Fikret’in durumu da ondan farklı değildi. Hiç değilse Fikret babasından dolayı şanslıydı. Atölye Fikret’in babasınındı bir de babadan kalma........

© dibace.net


Get it on Google Play