Nâzım Hikmet Richard Dikbaş’ın altıncı kişisel sergisi “Herkes Heyecanlanır Sanmıştım” 12 Ocak’ta Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde açıldı.

Dikbaş, sergisinin başlığını “Heyecanlanmayan herkese gelince, o herkes, sakin de değildir. Çünkü heyecanı bilmeyen sukûnetin de ancak dış yüzeyinden haberdardır. Heyecanlanmayan sakin de kalamaz,” diye açıklıyor.

Sergideki çizimler uzun soluklu bir hak mücadelesinin ve Türkiye'nin yakın döneminin de bir özeti gibi. Bir yandan da olabildiğine eğlenceli ve ince dokunuşlu eleştirilerle bezeli.

Cumartesi Anneleri/İnsanları eylemlerinde, Barış Akademisyenleri davalarında, Beyoğlu Kent Savunması’nda görmeye alışık olduğumuz Dikbaş’la, yedi yıl sonra açtığı ve 16 Şubat'a kadar açık kalacak sergisi üzerine konuştuk.

Öncelikle hayal gücünüze dair merak ettiğim bir soruyla başlamak istiyorum: Çizdiğiniz kişiler gerçek hayatta varlar mı, yoksa sizin yarattığınız figürler mi?

Bu, üzerine çokça konuştuğum ve düşündüğüm bir şey. Buradaki yüzlerin, kişilerin hepsini bir sinema filmindeki ya da bir oyundaki, hatta belki bir rüyadaki karakterler gibi düşünebiliriz. Ancak daha çok rüya devrede.

Bazıları da benim ve tabii ki insanlar hemen tanıyor. Başka tanıdık karakterler de var; ama bu düzleme geçtikleri andan itibaren artık başka bir iş yapıyor ve başka biri oluyorlar. Birebir çizim olarak diğer odada sadece bir Müslüm Gürses var ve kendi okuduğu türküden bir sözü söylüyor; ama bu, çok daha geniş bir anlama gelebildiği için öyle ve bu tür işlerin sayısı çok az.

Modelsizlikten kendimi kullandığım yerlerde bile, onlar illa doğrudan benim görüşlerimi temsil etmiyorlar. Çok sinirli, çok şeytani bir karakter de görebiliriz çünkü. Ama onlar artık başka karakterler ya da roller. Cümlelerin ise neredeyse hiçbiri, söylediğim istisnai örnekler haricinde, gerçekten söylenmiş cümleler değil. Kendi başıma çizdiklerim tamamen kurgu ve tamamen kafamda. Ama malum toplantılarda da çiziyorum. Onlardan ise toplantının içeriğine çok yakın kalanları bu sergiye koymadım.

Diğer odadan konu açılmışken, orada çok fazla maske ve maskeli yüz çizimine denk geldim. Hem COVID, hem diğer maskeler. Bunun nedeni nedir?

Son sergimi 2016’da açmıştım. Bunlar 2017’den bugüne dek çizdiğim işler. Pandeminin başında da evde bir sergi açmıştım ve oradaki çizimlerin çoğu bu sergide var. Ve tabii pandeminin özellikle başında maske meselesi hem bir gerçek hem de bir mecaz olarak, hem hayatımıza hem de benim çizdiğim şeylere çokça girdi. Maskesiz insan görmüyorduk ki sokakta! O dönemden kalan işlerdi bunlar ve hepsini dahil etmedim.

Genel olarak işin hem mecaz tarafıyla ilgileniyorum hem de mecazın klişeye dönüştüğü yeri kırmak istiyorum. Onunla dalga geçerek veya onu başka türlü görmeye çalışarak. Çünkü işte ‘İnsanlar asıl kendi maskelerini çıkarsın’ lafları edilmeye başlanmıştı pandeminin hemen başında. Hayal gücüne ayıp ediliyormuş gibi geliyordu bana. Bu kadar basit değildi de bir yandan olup biten. Hastalığın kendisine de çok ayıp ediliyordu. Halbuki bunun kuramsal egzersizi yapılmıştı. Susan Sontag’ın kitabı var önümüzde, kanseri ve AIDS’i düşündüğü. Ben kendimle ilgili olarak ise, burada da anlattığım, hastalıktan sonra hafıza kaybıyla ilgili çok düşündüm. Hafıza kaybı tam olarak ne anlama geliyor? O kayıp, bir silinmeme mi? Çünkü aklımıza gelen ilk şey silinme. Halbuki tam olarak bir silinme de değil. Her mecazı açmanın bir yolu var. Bir mecaz güçlü olmak için basit, özet, kuvvetli ve evrensel olmak zorunda. Burada onu açabiliyoruz.

Bu odada gördüğümüz hikâye yazımı ise sizi daha çok cezbediyor diye gözlemliyorum; fakat yanılıyor muyum?

Daha yeniler ve daha çok uğraşmak istediğim şeyler. Eskiden bir karakterim vardı “Azza-man” diye, Hayvan dergisine çizdiğim. O bir karakter olduğu için onun etrafında çok da bir yere düğümlenmeyen hikâyeler çiziyordum. Ama şimdi biraz daha, bir hikâye nasıl çizilir, üzerine çalışıyorum. 7 karede, 10 karede ya da daha uzun. Dağınık da olsa bu tür daha uzun hikâyeler yazabilir miyim diye uğraşmaya başladım. Tabii çok sabırsızım bir yandan. Hikâye hemen bir yere bağlansın veya bitsin istiyorum. Bazıları komik, bazıları saçma, bazıları sert. Bir tane çok kişisel bir iş var sadece, o gerçek.

14 Şubat çizimi var bir de?

Ne şanslıyız ki sergiye denk gelecek 14 Şubat! Onda da otobiyografik öğeler var tabii ve maalesef.

Sergi özelinde Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi, size nasıl bir alan sağladı?

Burası bir edebiyat evi; ama sadece edebiyat evi değil tabii ki. Tipik bir ticari galeri değil. Onun getirdiği sınırlılıkların dışında bir yer ve buraya özgü bir şekilde bana da istediğim gibi hareket etme imkânını tamamen tanıyan bir yer. O yüzden serginin kurulumu da çok zevkli oldu. Bir hafta sürdü hazırlıkları ve seve seve yaptım. Ve gerçekten çok iyi bir ekiple yaptım. Diğer yandan, Kıraathane’de olduğumuz için sergiye bir takım etkinlikler de eşlik ediyor. Bu da ayrıca güzel benim açımdan. Serginin, çizdiklerimin ortasında insanlar sansürü ya da Filistin’deki queerlerin mücadelesini konuşabiliyor.

Sizi sanatçı kimliğinizin yanı sıra insan hakları savunucusu kimliğinizle de tanıyoruz. Bir dönem neredeyse her hafta Cumartesi Anneleri/İnsanları ile gözaltına alındınız. Bu, sizi ve işlerinizi nasıl etkiliyor? Ya da etkiledi mi?

Şu soruyu hep çok keskin bir şekilde sormaya devam ettim: Bir İnsan Hakları Derneği üyesi nasıl davranır, neye göre davranır? Bunu kendi aramızda hep konuşuyoruz. Kendimize eleştirel bakıyoruz. Eylemlerimizi nasıl genişletebiliriz, bu bizim için hep açık bir konu. Çünkü geriye bakarak düşündüğümüzde tarihi de bir konu. Ama karşımızda duran kişilere de aynı şekilde bakıyorum. Kademe, kademe; rütbe rütbe farklı davranış tarzları benimseyen resmi ve resmi olmayan figürler var karşımızda. Bunlar bu varoluş biçimini kendilerine nasıl açıklıyorlar? Böyle davranmaya nasıl devam edebilirler? Her aşamada buna bakıyorum. Bu sadece ne sanatçı olmakla ne de sadece insan hakları savunucusu olmakla ilgili. Gözlem her zaman devam ediyor. Tabii bu gözlem şuna da çok yarıyor: Onlar sana yasa dışı bir şey yaptığında onlara vereceğin cevap belli.

Galatasaray Meydanı’nda görülenin devamı hastanede de yaşanıyordu ve tabii bunların hepsi bir öğrenme süreci. Zaman içinde bu insanlara verilebilecek yanıtlar da değişiyor. Bu yaptığınız yanlıştır, diyebilmek gerekiyor. Bunu temellendirmenin de onlarca yolu var. İnsanlar Türkiye'de artık yasaların geçerli olmadığını söyleyebilirler. Tamam, bunu biz de dedik; ama bizim belli başlı şeyler adına konuşabilmemiz de lazım. Gözlem, bunu da besliyor. Tabii bu gözlem bazen çok da üzücü olabiliyor. Uygulanan şiddetin biçiminin etrafımdaki insanlarda kalıcı bir etkisi var.

Ben bir zamanlar akademisyendim de, sosyoloji okudum. Bunu çok düşünüyorum. Bazı dalların, kasıtlı olarak, neredeyse tamamen yanlış yerden başlayarak anlatıldığını düşünüyorum. Sosyoloji öğrenirken birinci sınıfta zaten bize şu söylenirdi: Sosyoloji öncelikle devletin, genişleyen ve katmanlaşan toplumu daha iyi kontrol etmesi için toplum mühendislerini örgütlediği yerdir. Bugün bunu çok daha kuvvetli hissediyoruz.

Sanatçı, insan hakları savunucusu, Barış Akademisyeni.

Beyoğlu’nda yaşıyor. Geçimini çevirmenlik yaparak sağlıyor. 1973 doğumlu. (TY/AÖ)

QOSHE - Bilim kurgu bölümünde çalışmak isteyenlerin sergisi: Herkes Heyecanlanır Sanmıştım - Tuğçe Yılmaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bilim kurgu bölümünde çalışmak isteyenlerin sergisi: Herkes Heyecanlanır Sanmıştım

5 0
20.01.2024

Nâzım Hikmet Richard Dikbaş’ın altıncı kişisel sergisi “Herkes Heyecanlanır Sanmıştım” 12 Ocak’ta Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde açıldı.

Dikbaş, sergisinin başlığını “Heyecanlanmayan herkese gelince, o herkes, sakin de değildir. Çünkü heyecanı bilmeyen sukûnetin de ancak dış yüzeyinden haberdardır. Heyecanlanmayan sakin de kalamaz,” diye açıklıyor.

Sergideki çizimler uzun soluklu bir hak mücadelesinin ve Türkiye'nin yakın döneminin de bir özeti gibi. Bir yandan da olabildiğine eğlenceli ve ince dokunuşlu eleştirilerle bezeli.

Cumartesi Anneleri/İnsanları eylemlerinde, Barış Akademisyenleri davalarında, Beyoğlu Kent Savunması’nda görmeye alışık olduğumuz Dikbaş’la, yedi yıl sonra açtığı ve 16 Şubat'a kadar açık kalacak sergisi üzerine konuştuk.

Öncelikle hayal gücünüze dair merak ettiğim bir soruyla başlamak istiyorum: Çizdiğiniz kişiler gerçek hayatta varlar mı, yoksa sizin yarattığınız figürler mi?

Bu, üzerine çokça konuştuğum ve düşündüğüm bir şey. Buradaki yüzlerin, kişilerin hepsini bir sinema filmindeki ya da bir oyundaki, hatta belki bir rüyadaki karakterler gibi düşünebiliriz. Ancak daha çok rüya devrede.

Bazıları da benim ve tabii ki insanlar hemen tanıyor. Başka tanıdık karakterler de var; ama bu düzleme geçtikleri andan itibaren artık başka bir iş yapıyor ve başka biri oluyorlar. Birebir çizim olarak diğer odada sadece bir Müslüm Gürses var ve kendi okuduğu türküden bir sözü söylüyor; ama bu, çok daha geniş bir anlama gelebildiği için öyle ve bu tür işlerin sayısı çok az.

Modelsizlikten kendimi kullandığım yerlerde bile, onlar illa doğrudan benim görüşlerimi temsil etmiyorlar. Çok sinirli, çok şeytani bir karakter de görebiliriz çünkü. Ama onlar artık başka karakterler ya da roller. Cümlelerin ise neredeyse hiçbiri, söylediğim istisnai örnekler haricinde, gerçekten söylenmiş cümleler değil. Kendi başıma çizdiklerim tamamen kurgu ve tamamen kafamda. Ama malum toplantılarda da çiziyorum. Onlardan ise toplantının içeriğine çok yakın kalanları bu sergiye koymadım.

Diğer odadan konu açılmışken, orada çok fazla maske ve maskeli yüz çizimine denk geldim. Hem COVID, hem diğer maskeler. Bunun nedeni nedir?

Son sergimi 2016’da açmıştım. Bunlar 2017’den bugüne dek çizdiğim işler. Pandeminin başında da evde bir sergi açmıştım ve oradaki çizimlerin çoğu bu sergide var. Ve tabii pandeminin özellikle başında maske meselesi hem bir........

© Bianet


Get it on Google Play