“Rüyamda seni gördüm. Seni, babamı ve oğlumuzu. Ayrı odalarda, birbirinizden habersiz, benimle bir şeyler yapma derdindeydiniz. Birinize anne, birinize çocuk, birinize sevgili oldum. Sanırım son okuduğum romanın etkisinde kaldım.”

Bir yazar, üç nesil. Bugün size Behiç Ak’ın ilk baskısını 2008 yılında İletişim Yayınları’nda yapan, geçen ay Günışığı Kitaplığı’ndan yeni baskısıyla çıkan “Uyku Şehir” romanından bahsedeceğim. Yazıya girişimden anlayacağınız gibi ben epeyce bir süre etkisini hissettim, yetişkinliğin hangi evresinde olursanız olun, kim bu romandan kendine neler çıkaracak merak içindeyim.

Behiç Ak’ın böyle bir iddiası olmasa da ben bu romanı bir “insanlık manifestosu”ymuş gibi okudum. Nitekim bir ara kendimi oturduğum yerde iyice doğrulmuş, gözlerimin hızla taradığı cümleleri yüksek sesle tekrar ederken buldum. Bu motivasyon nereden mi geldi? Çünkü “Uyku Şehr”in baştan sona tüm cümleleri rap rap rap, öyle bir kararlı nizamda ilerliyor. Behiç Ak’ın kendinden emin bir şekilde, görmüş geçirmiş ve bununla da yetinmeyip analiz edip sindirmiş olduğu farklı çağlardaki farklı “insan hâlleri”ni, nesiller arası farklılıklar olarak özetleyip, en doğal, en dürüst hâliyle ortaya koyduğunu görünce e biraz gaza geliyorsunuz şimdi, yalan yok. Bir noktada bu satırları herkes duysun diye de yüksek sesle okuduğumu itiraf etmeliyim.

Peki, herkes duysun, dediğim bu romanda ne olup bitiyor? Anlatayım.

İlk bölüm, bir 19. yüzyıl insanını anlatıyor. Ama ne anlatım! Kâğıda bir fırça değiyor, o an karakter, içinde bulunduğu oda, odadaki ışık, renkler, eşyalar ve karakterin aklından geçenler aynı anda beliriveriyor; beyaz zemin, kelimelerden oluşan bir tabloya dönüşüyor. Üzerine çok düşünülmüş, sabırla mayalandırılmış tasvirler bir bilinç akışı doğallığında diziliyor önünüzde. Bu kadar yoğun bir tadın ağzınızda kolayca dağılıvermesine şaşırıyorsunuz. Kendini “gerçek bir 19. yüzyıl insanı” olarak tanımlayan yaşlı bir adamın peşinde İstanbul’u arşın arşın geziyor, adı geçen her bir mimari yapıda durup Behiç Ak’ın mimar kimliğini anıyorsunuz. Kelimeler bu şahane şehir turuna ek olarak, ağır hareket eden, eski çağının arayışındaki yaşlı adamın beyin kıvrımlarında yine ağır ağır dolaşan düşünceleri de anlatıyor. Bir anlığına onun ekosisteminin yavaşlığına kapılıp durup düşünüyorsunuz. Evet, bu çağın öncesinde, hayatın böyle bir dönemi de vardı.

İkinci bölümde orta yaşın sonlarında bir oğul giriyor sahneye. Her dediğinde haklı çıkma isteği uğruna sosyal iletişimde kullandığı kurnazlıkları, dönemden döneme değişen ideolojik eğilimleri, günümüz dünyasını anlamaktan ziyade başarıya ulaşma, kendini onaylatma ve kabul edilme derdinde olan bu yetişkine, hele ki benim gibi bilgisayar çağının başlangıcına şahit olmuş bir “araf bireyi” iseniz, epey tanıdık biri gözüyle bakıyorsunuz. Gençliği, devrin değiştiği bir döneme denk gelmiş ne düne ne bugüne bağlanabilmiş, ayan beyan kayıp, ama ekonomiye aktif katkısından mütevellit, popüler bir kimlik…

Üçüncü bölümde ise artık tastamam günümüz coğrafyasına, günümüz hızına ulaşıyoruz. Manzaralar, kopuk ilişkiler, çetrefilli duygular en tanıdık, en güncel haline ulaşıyor. Okurken kendi oğlumun büyümüş versiyonu olarak görmekten kendimi alamadığım, düşüncelerinde gezindikçe yer yer gözyaşlarıma hâkim olamadığım bu genç çocuğun hâli, belki de beni en çok düşündüren bölümü oldu kitabın. Bir önceki nesli olarak onu anlamış olmak canımı sıktı, itiraf edeyim. Yine de günün sonunda bu yüzleşmeyi yaşadığıma sevindim.

“İşler hep böyle değildi,” diyor sanki bu kitapta yazar. Her zaman bu görünümde, böyle bir atmosferde, bu hızda değildi. Belki geleceği şekillendirirken, ki zaten yaşayarak yapıyoruz bunu, dönüp arkaya, aynaya ve önümüzde olup bitene bakmak; onca hıza rağmen bir an yavaşlayıp düşünmek, belki böyle anlarız ve hatta severiz; kendimizi ve birbirimizi.

“Uyku Şehir”, bende uyandırdığı derin sorgulama isteğinin yanı sıra satır aralarında gözüme çarpan bir berber hikâyesi, ne bileyim bir bina tasviri ile Behiç Ak’ın çocuk romanlarına da götürdü beni. Bu hâliyle hem düşündürdü hem mutlu etti.

Bu hikâye özleyen, kaybolan, anlaşılamayan biz garip yetişkinlere. Her halimiz kabulümüzdür. İyi okumalar herkese.

“Yaşasın çocuk kitapları” olduğu kadar, bazen biraz da “yaşasın derine işleyen yetişkin romanları.”(ÇYK/AÖ)

QOSHE - Behiç Ak’ın kaleminden yetişkin halleri: Uyku Şehir - Çiğdem Yalman Kopan
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Behiç Ak’ın kaleminden yetişkin halleri: Uyku Şehir

17 1
06.04.2024

“Rüyamda seni gördüm. Seni, babamı ve oğlumuzu. Ayrı odalarda, birbirinizden habersiz, benimle bir şeyler yapma derdindeydiniz. Birinize anne, birinize çocuk, birinize sevgili oldum. Sanırım son okuduğum romanın etkisinde kaldım.”

Bir yazar, üç nesil. Bugün size Behiç Ak’ın ilk baskısını 2008 yılında İletişim Yayınları’nda yapan, geçen ay Günışığı Kitaplığı’ndan yeni baskısıyla çıkan “Uyku Şehir” romanından bahsedeceğim. Yazıya girişimden anlayacağınız gibi ben epeyce bir süre etkisini hissettim, yetişkinliğin hangi evresinde olursanız olun, kim bu romandan kendine neler çıkaracak merak içindeyim.

Behiç Ak’ın böyle bir iddiası olmasa da ben bu romanı bir “insanlık manifestosu”ymuş gibi okudum. Nitekim bir ara kendimi oturduğum yerde iyice doğrulmuş, gözlerimin hızla taradığı cümleleri yüksek sesle tekrar ederken buldum. Bu motivasyon nereden mi geldi? Çünkü “Uyku Şehr”in baştan sona tüm cümleleri rap rap rap, öyle bir kararlı nizamda ilerliyor. Behiç Ak’ın kendinden emin bir şekilde, görmüş geçirmiş ve bununla da yetinmeyip analiz edip sindirmiş olduğu farklı çağlardaki farklı “insan hâlleri”ni, nesiller arası farklılıklar olarak özetleyip, en doğal, en dürüst hâliyle ortaya koyduğunu görünce e biraz gaza geliyorsunuz şimdi, yalan yok. Bir noktada bu satırları herkes duysun diye de yüksek sesle okuduğumu itiraf etmeliyim.

Peki, herkes duysun, dediğim bu romanda ne olup bitiyor? Anlatayım.

İlk bölüm, bir 19. yüzyıl........

© Bianet


Get it on Google Play