“Kitapsız” deniliyor; kitabı olan dinlere atfen, bunlara itibar etmeyip dinsiz ya da kafir olan anlamına geliyor. Şimdi sözcüğün gerçek anlamında kitapsız hale geldik. Akademi de kitap yazmaz oldu, yazdığında makale ya da kitap bölümü yazıyor, en çok da “derliyor”. Bu yüzden yurtdışındaki yayınevleri hariç, dış politika üzerine monograf bulmak çok zorlaştı. Türkçe ciddi metin eksikliği hissediliyor. Özellikle dış politika alanında daha da böyle. Alan gazetecilere terk edilmek üzere. Hâl böyle olunca, ATASAM Başkanı Doç. Dr. Volkan Özdemir’in, 2019’un Ocak ayında çıkmış kitabı, “Yenilenen Dünya, Eskimeyen Türkiye”, bu alanda çalışanların dikkatini çekiyor.

Kitap, “ulusalcı” bir dünya görüşüyle yazılmış. Bu arada, geçerken belirtmesem olmaz, “ulusalcı” terimi “kırmızıcı” ya da “beyazcı” kadar kulak sorunlu bir sözcük. Özgün Türk siyasi konjonktüründe, özellikle soldan gelen ya da Kemalist/seküler vurguları daha kuvvetli olanların, 1980 öncesinden kalma duyarlılıklarla kendilerine “milliyetçi” dememek için tercih ettikleri ve daha sonra bu özgün kesimi tanımlamak isteyen başkalarınca kullanılan bir terim.

Evrensel kavramlara başvurulacak olursa “ulusçu” ya da “milliyetçi” demek daha doğru. “Ulusalcı” ise, yirminci yüzyıl başlarındaki İttihatçı ve sonra Kemalist “millici” terimini andırdığı için de kullanılıyor olmalı. Zaten daha kitabın önsözünde, “Mesele dünyayı anlamak ve ulusal bir fikir ortaya koyabilmek,” (s. 10) diyor yazar. Tabii, aslında politika önerilerinin “ulusal” olanlarına daha çok aşinayız, fikirler daha ziyade evrensellikleriyle kabul görüyorlar.

Kitabın ana argümanı açık ve başlığına da özlü biçimde yansıtılmış. Yazar, “eski”-“yeni” Türkiye kavramsallaştırmasına mesafeyle yaklaşıyor ve “Atatürk tarafından yapılanların bugün de geçerli olduğu[nu]” savunuyor (s. 10). “Eskimeyen Türkiye” ise, Atatürk öncülüğünde kurulan Türkiye’yi ve onun düşüncelerini anlatıyor. Yazarın argümanı da buna dayanıyor: Dünyada yeni bir dönem, bir “Asya çağının başlangıcı” (ss. 72, 217) söz konusu iken, başka bir deyişle dünya yenileniyorken, “Eskimeyen Türkiye’ye” dönmek gerekiyor.

Yazara göre, eğer ille de “eski”-“yeni” Türkiye kavramsallaştırmalarına başvurulacaksa, “Türkiye’yi üç döneme ayırmak mantıklı görünüyor.” Üç dönemi de şu şekilde tarif ediyor: “Sondan başlarsak şimdiki sözüm ona ‘Yeni Türkiye’, ondan önceki artık eskiyen ve başkalaşan ‘Eski Türkiye’ ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Atatürk’ün damgasını vurduğu bizce ‘Eskimeyen Türkiye’! Eskimemesi, bugün dahi onun eserinin dünyaca takdir edilmesindendir.” (s. 210)

Yazara göre, “Kemalizm 2. Dünya Savaşı sonrası peyderpey terk edilip, bunun yerine Batı sistemine uygun bir Atatürkçülük formüle edil[miş]” olduğundan, “Atatürk Cumhuriyeti 2002’den öncesinde de zaten büyük ölçüde tahrip edil[mişti]” ve “2002’den sonraki süreç” ise “sadece laiklik ilkesinin büyük tahribat aldığı bir dönem olarak adlandırılabilir.” Yazarın “Eski Türkiye” demeyi tercih ettiği ikinci savaş sonrası süreçte ülke “çoktandır başkalaşmıştı” ve nihayet “yarı sömürge haline dönüştü”. Aynı dönem “Türkiye’nin öz kimliğinde büyük bir kırılma yarattı.” (s. 210)

Burada özellikle NATO’ya girilmesi ve 12 Eylül 1980 darbesinin ABD etkisi taşıyan uygulamaları eleştiriliyor. “Türkiye’nin öz kimliği” ifadesinde kendisini hissettiren ülkenin tarih üstü ve değişmez bir “öze sahip bulunduğu” biçimindeki, İngilizcede “essentialism” olarak geçen özcü yaklaşım ise kitaptaki ulusçu yaklaşımla örtüşüyor.

Yazar her ne kadar maksadını “ulusal bir fikir ortaya koyabilmek” olarak ilan etmişse de, kitapta ulusçuluktan ziyade, “jeopolitik ekonomi perspektifi[ne]” başvurduğunu ileri sürüyor. Yazarın da “önemli katkılarda bulunduğunu belirttiği” karşılaştırmalı siyaset ve siyasal iktisat profesörü Radhika Desai’nin “Jeopolitik Ekonomi: ABD Hegemonyasından, Küreselleşmeden ve İmparatorluktan Sonra” adını taşıyan çalışmasından sonra bilinirlik kazanan “jeopolitik ekonomi” yaklaşımı, Marksist köklere sahip bir uluslararası ilişkiler ve uluslararası siyasal iktisat yaklaşımı. “Kalkınmacı devlet” geleneğini de analizinde merkezi bir yere koyan bu yaklaşım, kitabın geliştirdiği pek çok argümana da uygun düşüyor.

Yalnız, “jeopolitik ekonomi” yaklaşımı, anıldığı üzere, Marksist ve dolayısıyla tarihsel materyalist köklere sahipken, Özdemir’in kitabının pek çok yerinde yukarıda örneği verilen tarih dışı özcü yaklaşımın örneklerine ya da komplo teorilerine yaklaşan spekülatif yorumlara rastlamak mümkün. Örnek olsun, küresel düzeydeki sermayedar elitlerden söz edilirken, “Geniş halk kesimleri aleyhine kâr hırsından gözü dönen bir grup elit sermayedarın güç ve kontrol için yapmayacağı oyun yok dersek yeridir,” (s. 24) deniliyor.

Yine jeopolitikten söz edilirken, bazı “demir yasaların” bulunduğu ve devletlerin “yönetim şekilleri” ve “ideolojilerinin” “ikinci planda” olduğu öne sürülüyor (s. 36). Yine devletlere, tarihsel materyalist yaklaşımların aksine, sosyoekonomik etkenlerin ötesinde bir özselliğin atfedildiği, “finans-kapital” ile “devletlerin” birbirlerini “tam olarak kontrol edemediklerinin” ve “aralarında bir mücadelenin sürüp gittiğinin” ileri sürüldüğü kısımlarda da görülebiliyor (s. 41). “Anlaşılan İngiliz devleti Brexit sonrasına neoliberal muhafazakârlar yerine yine Keynesçi İşçi Partisi’ni hazırlıyor,” (s. 92) ya da “Neoliberal programı halka kabul ettirmek için ise Syriza isimli sol görünümlü bir parti kurulup Çipras bile iktidara getirildi,” ifadelerinde de yine devletlere tarih üstü bir öznellik atfedildiği görülüyor.

Oysa devletler, evet, “finans-kapital” dahil kimsenin “tam olarak kontrol edemediği”, fakat daha ziyade üzerinde diğer toplumsal grupların yanı sıra mücadele verdikleri bir “arenaya” benzerler. Bunlara değişmez, tarih üstü bir “öz” kimlik ya da kendiliğinden öznellikler atfetmek, devletlerin bu tarihsel sosyolojik niteliğiyle bağdaşmaz. Ne var ki, yazara göre, iki dünya savaşı arası dönemde, “eskinin büyük devletleri aslında farklı ideolojik gömleklerle yeniden ortaya çıkmışlardı.” (s. 44)

Yazar bunu mecazen koymuyor, zira yazara göre, dünya başka türlü “okusa” da, Soğuk Savaş’taki güç mücadelesi de sosyal sistemsel ya da “ideolojik” değil, yalnızca “jeopolitik” idi: “Gerçek ise sonradan ortaya çıkacaktı.” (s. 45) Zaten yazara göre, “Her ideoloji mutlaka bir çıkara hizmet eder. Bu anlamda ideolojiler birileri için güçlerini pekiştirmede birer araçtır.” (s. 49, ve yine benzeri bir ifade için bkz. s. 95)

Yazar bu argümanlarıyla tarihsel materyalist ya da en azından tarihsel sosyolojik yaklaşımlardan ziyade ulusçu bir çerçeveye dayanıyor. Zaten bunu pek de gizleme ihtiyacı duymuyor: “Türkiye’yi yıllardır AB kapısında bekletip hayal satanlar çok değil 10 sene öncesinde artan küreselleşmeye atfen ‘Ulus-devlet bitti, başınız sağ olsun’ diyorlardı. Gün oldu devran döndü. Biten ulus-devletler olmadı, şimdi sıra bizim gibi ulus-devletçilere geçti: Küreselleşme tıkandı, AB öldü. Başınız sağ olsun!” (s. 97) Ya da, “Küreselleşme döneminde yıllardır benimsetilen yalanların aksine bugün ulusalcılık kaçınılmaz hale gelmiştir.” (s. 199)

Diğer yandan, kitap, dünyada finansallaşmanın geldiği düzeyi, mesela dünyanın toplam reel ekonomik büyüklüğünün üç katından fazla büyüklükteki borçluluk değerlerini aktararak açıkça ortaya koyuyor (s. 27). Yine kapitalizmin 1970’lerdeki bunalımının Keynesgil sosyal refah devleti modelinin terk edilerek neoliberal politikaların hegemonik hale getirilmesi sonucu aşıldığı döneme yapılan vurgu da (ss. 42-48) küresel kapitalizmin bugününe gelen süreci anlamak açısından son derece yerinde. Sosyal sınıf eksenli siyasi tartışma zemininin giderek kimlik eksenli hale getirilmesine (ss. 50-51) ve neoliberalizmin sözde “demokratik” iddialarının aksine birbirine benzer programlarla ortaya çıkan seçeneklerle sınırlı bir çerçeveyi dayatıyor olmasıyla son derece “antidemokratik” oluşuna (s. 55) yapılan vurgular da hakeza anlamlıdır.

Yine, benim de bu sütunda sıklıkla söz ettiğim üzere, “neoliberalizmle küreselleşmeyi başlatan ülke” (s. 80) olarak ABD’nin Çin’le rekabeti kabul ettiği koşullarda küreselleşmeden ziyade ulusal korumacılığa meyletmeye başlamış olduğu (s. 89) tespiti de yerinde. Yalnız, bir yerde, ABD’nin önceki başkanı Donald Trump’a atfen aktarılan (s. 82), “Ulusalcılığı benimsiyoruz!” ifadesinin elbette İngilizcedeki karşılığı böyle değil. Trump 2018’deki sözü edilen BM konuşmasında “patriotism” kavramını kullanıyor ki, “ulusalcılık” değil “yurtseverlik” anlamına geliyor. Yazar için eş anlamlı sözcükler olarak alındıkları aşikarsa da okuyucular için anlamlı bir ayrım olabilir. Buna rağmen, ABD içindeki sermaye grupları ve elitleri arasındaki büyüyen çatışmaya (s. 120) ve ABD’nin “tekel konumundan, çok kutuplu sistemde en etkili güçlerden biri konumuna gerileyeceği[ne]” (s. 121) değinilmesi de yararlı.

Türkiye’ye dönülen kısımlarda ise özellikle “tam sanayileşemeden” gelen “erken sanayisizleşmeye” yapılan vurgu yine son derece önemli. Yazarın Türkiye’ye dair analizlerinde ekonomi ve enerji geniş yer kaplıyor. Enerji politikaları söz konusu edildiğinde sıklıkla kullanılan kavramlar olan, enerji koridoru, transit ya da merkez (hub) gibi kavramların birbirlerinden farkı ve bir ülkenin yerini nasıl tarif ettiği de gayet açıklayıcı biçimde aktarılıyor. Yazarın, “ülkemizde sanıldığının aksine altımızdan ne kadar çok boruhattı geçerse o denli enerji merkezi olunmuyor,” (s. 166) ifadesi özellikle aktarılmaya değer.

Yine Türkiye’nin dış politikada zaman zaman heves edilen Yeni Osmanlıcı ya da Pantürkist yönelimlerin gerçekçi olmadığına dair yapılan ikazlar da yerinde (ss. 178-184). Buradan bir aktarma herhalde özetleyici olacaktır: “Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları Türkiye Cumhuriyeti’nin dedesi ve babası gibidir. Anıları saygıyla taşınmalıdır ama artık ölmüşlerdir. Ölüyü diriltmeye çalışmak ise gerçek ötesi ve beyhude bir çabadır. Jeopolitikte esas olan içinde bulunulan mekân ve zamana göre çareler aramaktır.” (s. 183)

Türkiye’nin izlemesi gereken dış politikaya dair önerilerdeki sorunlar ise, temelde tarihsel yöntemden uzaklaşılmasından kaynaklı sorunlar olarak göze çarpıyor. Bazıları ise daha konjonktürel nitelikli tartışmalı değerlendirmeler. Kitabın bu kısmında pek çok yerde Rusya ve Çin ile işbirliğinin geliştirilmesi gerektiği savunuluyor ve bir yerde buna Suriye de dahil ediliyor (s. 172). Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması elbette Türkiye’ye yönelik güvenlik tehditlerinin azaltılması için kritik önemdeydi, fakat bugün mevcut Suriye yönetiminin işbirliği niyetinin olup olmaması bir yana, Türkiye’nin arzuladığı türden bir toprak bütünlüğünü yeniden elde etme kapasitesinin bulunup bulunmadığı çok ciddi bir soru işareti olarak ortada duruyor. Batı’nın genel olarak yarı çevre ve çevre ülkelerde bağımsız dış siyaset gütme potansiyelini ortadan kaldırma güdüsüyle hareket ettiğini ve bunun, Orta Doğu’da, başka koşullarda aslında pek çok konuda Batı’yla müttefik olabilecek seküler siyasetlerin altının bizzat Batı’nın uyguladığı politikalarca oyulması biçimini aldığı bu sütunda daha önce uzun uzadıya tartışılmıştı.

Yazar da Türkiye’nin bu anlamda bizzat Batı tarafından “zehirlenip felç edildiğinden” haklı biçimde söz ediyor (s. 214). Burada Batı’ya tek başına sorumluluk atfetmemek ve Türkiye’deki hâkim toplumsal kesimlerin rolünü görmek koşuluyla, bu durum maalesef tüm gerçekliğiyle önümüzde duruyor. Diğer yandan, Meclis’in yanı sıra, “dış politika ve güvenlik konularında yetkili Kamutay” (s. 215) ya da bir senato önerisi de anlamlı olabilir. Yalnız, aynı yerde, “Halkın geniş kesimlerinin toparlanması için” önerilen “siyasi yelpazenin bir kanadında tam bağımsızlıkçı ulusal sol parti, sağ kanadında ise her şeyiyle milli, içinde küreselcilerin cirit atmadığı bir parti” önerisinde ise bu partilerin ikisinin de “ulusçu” olmaları dışında neyin önerildiği pek anlaşılamıyor.

Son olarak, son derece yerinde NATO eleştirilerine rağmen (s. 218), Türkiye’nin derhal NATO’dan çıkmasının savunulması, böylesi bir durumda söz gelimi Yunanistan karşısında düşülecek “jeopolitik” dezavantajların nasıl giderilebileceğini açıklamıyor. ABD’nin Türkiye’yi “kuşatarak bölmeye çalıştığına” dair argümanların dayandırıldığı “Büyük Ortadoğu Projesi” ise İlhan Uzgel’in birkaç yazısında ele aldığı üzere aslında bir yel değirmeninden öte anlam taşımıyor. Bu iddialar en hafif tabirle spekülasyondan öteye gitmiyor. Tersine, örnek olsun, Trump döneminin önemli diplomatlarından James Jeffrey’in Türkiye’nin özellikle Suriye ve Kafkaslarda oynadığı rolleri Rusya’yı dengelemesi bakımından olumlu bulduğu biliniyor. Dahası, Rusya’dan alınan S-400’ler “Kurtuluş Savaşı’nın [Sovyet Rusya’dan gelen] mitralyözlerinden farksız” bulunurken (s. 219), burada işbirliğinin geliştirilmesi gerektiği savunulan Rusya’nın başkentinde de PYD’nin ofisinin bulunduğunu belirtmek gerekiyor. Yine Gümrük Birliği’nin özellikle lisans düzeyinde bile tartışılan, AB üyesi olmaksızın, karar mekanizmalarında yer almaksızın, başkalarınca üçüncü ülkelerle yapılan anlaşmalarla bağlı olmak ya da üçüncü ülkelerle kendi namına anlaşma yapamamak gibi pek çok sorunu mevcutken, yazarın savunduğu haliyle buradan çıkılmasının ekonomik açıdan buraya çokça bağımlı hale gelmiş imalat sanayiine etkilerini iyi tartmak gerekiyor.

Yazarın, “Batı’dan daha Batı’cı” (s. 218) diye tarif ettiği bir kesim üzerinden yönelttiği eleştiriler ise, Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaşlaşmacılığını da Batı’dan ayırma gayesi güdüyor. Oysa Atatürk, yazarın haklılıkla belirttiği üzere (s. 225), her meselede “Avrupa’dan nasihat almayı” bir siyaset biçimi olarak yermişse de toplumu çağdaşlaştırma ülküsünde kılık kıyafet devrimini uygulamaktan ya da Batı’dan temel yasalar ithal etmekten de çekinmemiştir. Buradaki inci çizgide ayarı kaybetmek, Türkiye’nin üzerine kurulduğu, bugün de toplumsal barışının temelini oluşturan iki yüzyılı aşkın Osmanlı-Türk modernleşmesinin seküler mirasını kolaylıkla ateşe atabilir ki, bugün Türkiye’nin bu ince ayarı kaybeden “Batı karşıtı” söylemlerle nerelere dek savrulabileceği son derece açık biçimde görülüyor olmalıdır.

*Volkan Özdemir, Yenilenen Dünya, Eskimeyen Türkiye, İstanbul: Destek, 2019.

QOSHE - “Yenilenen” Dünyada “Eski”, “Yeni” ve “Eskimeyen” Türkiye - Dr. Coşkun Soysal
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

“Yenilenen” Dünyada “Eski”, “Yeni” ve “Eskimeyen” Türkiye

44 0
26.12.2023

“Kitapsız” deniliyor; kitabı olan dinlere atfen, bunlara itibar etmeyip dinsiz ya da kafir olan anlamına geliyor. Şimdi sözcüğün gerçek anlamında kitapsız hale geldik. Akademi de kitap yazmaz oldu, yazdığında makale ya da kitap bölümü yazıyor, en çok da “derliyor”. Bu yüzden yurtdışındaki yayınevleri hariç, dış politika üzerine monograf bulmak çok zorlaştı. Türkçe ciddi metin eksikliği hissediliyor. Özellikle dış politika alanında daha da böyle. Alan gazetecilere terk edilmek üzere. Hâl böyle olunca, ATASAM Başkanı Doç. Dr. Volkan Özdemir’in, 2019’un Ocak ayında çıkmış kitabı, “Yenilenen Dünya, Eskimeyen Türkiye”, bu alanda çalışanların dikkatini çekiyor.

Kitap, “ulusalcı” bir dünya görüşüyle yazılmış. Bu arada, geçerken belirtmesem olmaz, “ulusalcı” terimi “kırmızıcı” ya da “beyazcı” kadar kulak sorunlu bir sözcük. Özgün Türk siyasi konjonktüründe, özellikle soldan gelen ya da Kemalist/seküler vurguları daha kuvvetli olanların, 1980 öncesinden kalma duyarlılıklarla kendilerine “milliyetçi” dememek için tercih ettikleri ve daha sonra bu özgün kesimi tanımlamak isteyen başkalarınca kullanılan bir terim.

Evrensel kavramlara başvurulacak olursa “ulusçu” ya da “milliyetçi” demek daha doğru. “Ulusalcı” ise, yirminci yüzyıl başlarındaki İttihatçı ve sonra Kemalist “millici” terimini andırdığı için de kullanılıyor olmalı. Zaten daha kitabın önsözünde, “Mesele dünyayı anlamak ve ulusal bir fikir ortaya koyabilmek,” (s. 10) diyor yazar. Tabii, aslında politika önerilerinin “ulusal” olanlarına daha çok aşinayız, fikirler daha ziyade evrensellikleriyle kabul görüyorlar.

Kitabın ana argümanı açık ve başlığına da özlü biçimde yansıtılmış. Yazar, “eski”-“yeni” Türkiye kavramsallaştırmasına mesafeyle yaklaşıyor ve “Atatürk tarafından yapılanların bugün de geçerli olduğu[nu]” savunuyor (s. 10). “Eskimeyen Türkiye” ise, Atatürk öncülüğünde kurulan Türkiye’yi ve onun düşüncelerini anlatıyor. Yazarın argümanı da buna dayanıyor: Dünyada yeni bir dönem, bir “Asya çağının başlangıcı” (ss. 72, 217) söz konusu iken, başka bir deyişle dünya yenileniyorken, “Eskimeyen Türkiye’ye” dönmek gerekiyor.

Yazara göre, eğer ille de “eski”-“yeni” Türkiye kavramsallaştırmalarına başvurulacaksa, “Türkiye’yi üç döneme ayırmak mantıklı görünüyor.” Üç dönemi de şu şekilde tarif ediyor: “Sondan başlarsak şimdiki sözüm ona ‘Yeni Türkiye’, ondan önceki artık eskiyen ve başkalaşan ‘Eski Türkiye’ ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Atatürk’ün damgasını vurduğu bizce ‘Eskimeyen Türkiye’! Eskimemesi, bugün dahi onun eserinin dünyaca takdir edilmesindendir.” (s. 210)

Yazara göre, “Kemalizm 2. Dünya Savaşı sonrası peyderpey terk edilip, bunun yerine Batı sistemine uygun bir Atatürkçülük formüle edil[miş]” olduğundan, “Atatürk Cumhuriyeti 2002’den öncesinde de zaten büyük ölçüde tahrip edil[mişti]” ve “2002’den sonraki süreç” ise “sadece laiklik ilkesinin büyük tahribat aldığı bir dönem olarak adlandırılabilir.” Yazarın “Eski Türkiye” demeyi tercih ettiği ikinci savaş sonrası süreçte ülke “çoktandır başkalaşmıştı” ve nihayet “yarı sömürge haline dönüştü”. Aynı dönem “Türkiye’nin öz kimliğinde büyük bir kırılma yarattı.” (s. 210)

Burada özellikle NATO’ya girilmesi ve 12 Eylül 1980 darbesinin ABD etkisi taşıyan uygulamaları eleştiriliyor. “Türkiye’nin öz kimliği” ifadesinde kendisini hissettiren ülkenin tarih üstü ve değişmez bir “öze sahip bulunduğu” biçimindeki, İngilizcede “essentialism” olarak geçen özcü yaklaşım ise kitaptaki ulusçu yaklaşımla örtüşüyor.

Yazar her ne kadar maksadını “ulusal bir fikir ortaya koyabilmek” olarak ilan etmişse de, kitapta ulusçuluktan ziyade, “jeopolitik ekonomi perspektifi[ne]” başvurduğunu ileri sürüyor. Yazarın da “önemli katkılarda bulunduğunu belirttiği” karşılaştırmalı siyaset ve siyasal iktisat profesörü Radhika Desai’nin “Jeopolitik Ekonomi: ABD Hegemonyasından, Küreselleşmeden ve İmparatorluktan Sonra” adını taşıyan çalışmasından sonra bilinirlik kazanan “jeopolitik ekonomi” yaklaşımı, Marksist köklere sahip bir uluslararası ilişkiler ve uluslararası siyasal iktisat yaklaşımı. “Kalkınmacı devlet” geleneğini de analizinde merkezi bir yere koyan bu yaklaşım, kitabın geliştirdiği pek çok argümana da uygun düşüyor.

Yalnız, “jeopolitik ekonomi” yaklaşımı, anıldığı üzere, Marksist ve dolayısıyla tarihsel materyalist köklere sahipken, Özdemir’in kitabının pek çok yerinde yukarıda örneği verilen tarih dışı özcü yaklaşımın örneklerine ya da komplo teorilerine yaklaşan spekülatif yorumlara rastlamak mümkün. Örnek olsun, küresel düzeydeki sermayedar elitlerden söz edilirken, “Geniş halk kesimleri aleyhine kâr hırsından gözü........

© 12punto


Get it on Google Play